27 Haziran 2010 Pazar

Almanya:4 İngiltere:1



Maçı izleyen herkesin aklına 1966 yılı gelmiştir elbette ama bana kalırsa Almanlar hem 1966'nın hem de 2001'de 5-1 biten maçın hesabını kestiler. 2-0 olduktan sonra sıkıcı bir maç havasına girdiğini düşünürken sahanın belki de en kötülerinden Upson'ın golüyle işin rengi değişiverdi. O kısacık 5 dakikada tarihe geçecek bir maç haline geldi. Lampard'ın buz gibi golü gitti. Neuer'in hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi de zannedersem hakem kararında etkili oldu. Yalnız bu golü görmeyen hakem üçlüsü de yırtsınlar o lisanları manav işine girsinler. Futbolda çizgi teknolojisine ısrarla sıcak bakmayan Blatter'e de kapak olsun o top..

İkinci yarı ortamın şenleneceği çoktan belli olmuştu.. Lampard'ın direkleri şamar oğlanına çevirdiği şut maçın en önemli anıydı.. Tamamen savunmada kalan Almanlar maçın kalan kısmını zor getirir görüntüdeydi. Ne olduysa ondan sonra oldu, hemen hemen aynı yerden yine Lampard'ın frikiği sonrasında Almanlar ''konrtaya nasıl çıkılır'' dersi verdi. Kaleci James İngiltere'nin yine en zayıf halkası oldu. Zaten bu İngiliz kalecilerin alayı delikli nane. Seaman, James, Greer...

Son gol yine kontradan geldi. Mesut harika geldi, asisti yaptı. ''Almanlar'ın Messi'si'' yine başroldeydi. 2001'de Münih'te oynanan maçta Owen'la birlikte Alman defansını maymuna çeviren Heskey bu maçın son anlarında kurtarıcı olarak Capello tarafından sahaya sürüldü. Ama ne Almanlar 9 yıl önceki gibiydi ne de Heskey... Futbolun mucidi bir millete yapılmazki böylesi..

Emmanuel Eboue



Kötü geçen Dünya Kupası'na yaptığı bu espriyle imzasını atmıştır Eboue. Kendisinin Korece bildiğini de öğrenmiş olduk bu vesileyle!!!

http://i50.tinypic.com/f9llh.gif

10 Haziran 2010 Perşembe

İstanbul'u Unutmak



Böyle bir şey mümkün müdür? Bana hep imkansız gelirdi ama değilmiş...



Ne zaman İstanbul'dan uzaklaşsam, gittiğim yerde en fazla 3 gün kalabilirdim. 3. günün sonunda içimi bir sıkıntı kaplar, ''ulen İstanbul'a kapağı ne zaman atacağız acep?'' şeklinde düşüncelerle bir nevi şafak sayardım.. Antalya dahil gittiğim her yerde böyle oldu. Alışamıyordum.. Daha doğrusu ayrılamıyordum bu stresi, çilesi, derdi bitmez şehirden.. İstanbul'da büyüyen herkes için durum böyledir aşağı-yukarı.. Her şeyine söveriz ama ayrılamayız da ondan..

Hep böyle olmuştu.. Yine aynı şey başıma gelecek mi diye düşünürken kendimi Girne'de buldum.. Daha önce defalarca gitmiştim ama ilk defa Girne gözüme bu kadar güzel göründü. İlk defa İstanbul'dan ayrılışımın 3. gününde gittiğim bir yerden sıkılmadım. Girne Kalesi ilk defa bu kadar muhteşemdi. St. Hilarion ilk kez bu kadar gösterişliydi. Ve ilk defa bir haftalığına gittiğim bu güzel Akdeniz şehrinde 15 günün tadına doyamadım. Tası tarağı toplayıp oraya yerleşmeyi bile düşündüm.. Hala düşünüyorum da belki zamanla..

Dönüş yolunda ilk kez ayaklarım geri geri gittim havalimanına. Girne'yi gördükten sonra İstanbul çok yabancı geliyor insana. Nedenini bilmiyorum... Aslında biliyorum da neyse...

Girne'ye bir kez daha yolum düşerse St. Hilarion'da biramı yudumlarken bir zaman Akdeniz'i izleyeceğim ve İstanbul'a doğru tüm iyi dileklerimi sunacağım...