15 Nisan 2014 Salı

Leningrad-Cris De Burgh




Yine Britanyalı bir ses, yine ilk dinleyişte kulağa takılan bir tını. Ve yine Teachers'ın bana armağanı. Seviyorum bu keltleri.

1 Mart 2014 Cumartesi

The Rumjacks - An Irish Pub Song


23 Şubat 2014 Pazar

August Landmesser



1931'de Nazi Partisi'ne üye olur August. İşsizdir ve o dönemde Naziler'e Almanya'da tüm kapılar sonuna kadar açılmaktadır. Fakat daha sonra Hem Almanya hem de Dünya için işler sarpa saracaktır. Naziler koskoca bir ülkeyi kaosa sürüklemekte, kendi insanlarını bile gözünü kırpmadan katletmektedir. August kendince bir tepki verir bu düzene. Yahuudi bir kızla evlenir.

Bunun üzerinden çok zaman geçmeden partiden ihraç edilir. Yine o dönem bir Alman'ın yahudi biriyle evlenmesi kanunla yasaklanmıştır. 1937'de ilk önce eşi gestapo'ya tıkılmış bir yıl sonra da kendisi tutuklanarak hapishaneye atılmıştır. Eşinin 1942'de çalışma kamplarında öldüğü bilinmektedir. Kendisi ise 1941'de serbest bırakılır ve cepheye sevk edilir. Sonrasında kendisinden haber alınamaz. Söylentiler, Naziler tarafından öldürüldüğü ve izinin kaybettirildiğidir.

Nedir peki bu adamı tarihe not düşüren olay?

O da yukarıdaki fotoğrafta mevcut. 1936'da Hamburg Limanı'nda Horst Wessel isimli savaş gemisi törenle denize indirilmektedir. Adolf Hitler ve üst düzey Naziler'in tamamı oradadır. Olayı izleyen tüm ahalinin elleri havada Naziler'i selamlamaktadır. August ise tam tersine yine rahat durmamaktadır. Çevresindeki herkes büyülenmiş şekilde selam dururken o buna tepki koymuştur.

Sırf bu sebeple o an belki de çok doğru bir hareket yaptığını düşünen binlerin aksine tek başına bu adam tarihin tozlu sayfalarında yer alabilmiştir. Kim bilir belki de tarihin ilk duran adamı olarak kayıtlara geçmiştir.

Tanıdık geldi bir yerlerden... Bilemedim...

17 Şubat 2014 Pazartesi

Ve Güneş Yükseliyordu Ardımızdan


Geçtiğimiz hafta boyunca aklımızdaki tek şey buydu. 16 Şubat günü ve akşamı bir camianın belki de dirilişini simgeleyecek, hak için, adalet için yüzbinleri bir araya getirecekti. Öyle de oldu. Kadıköy'den Bağdat Caddesi'ne doğru ilerlediğimizde o korkunç kalabalıkla yüzyüze gelmiştik.

Sadece Fenerbahçe değildi mesele, memlekette yolsuzluklarla, çürümüşlükle derdi olan herkes oradaydı. Farklı renkler, farklı düşünceler tek bir şey haykırıyordu;

Adalet!!!


Yeri geldi Taksim dedik, yeri geldi Ali İsmail'i andık, yeri geldi Allah-kitap diyerek kul hakkı yiyenlerin canına okuduk. O güruhun arasında olmak müthiş bir enerjiydi. Üşengeçliğin kitabını yazabilecek olup da sırf üşendiği için yapmayan biri kilometrelerce yürümüştü. Koskoca yürüyüş boyunca ne en ufak bir olay ne de başka bir şey vardı. İnsanlara fırsat verildiğinde en medeni şekilde tepkisini ortaya koyabiliyordu. Ortalıkta polis-toma v.s yoktu. Bu galiba durumumuzu özetler.

Artık yavaş yavaş maç saati gelmeye başlamıştı. Erkenden staddaki yerimizi aldık. Uzun zaman sonra ilk defa böyleydi Şükrü Saraçoğlu. Full+full çekmişti. Her maç bomboş gördüğüm numaralı bile dolmuştu. Kale arkasında kim kimin sırtındaydı belli değildi. Maç da bir o kadar can sıkıcı geçiyordu ki güç bela kazanabilmiştik. Hoş, puan kaybetsek de üzülmezdim. Gün boyunca Fenerbahçeliliği iliklerime kadar yaşamıştım, varsın üç puan gitsin çok önemli değildi.

Maç öncesi ve maç boyunca hep andık 19'u. Hatta maç bitti yine de çıkmadık. Annesinin acısını hafifletir mi bilinmez ama biz onu manevi annemiz ilan etmiştik.

Eve döndüğümde günün yorgunluğu sızım sızım çıkıyordu ama buna değmişti. Fenerbahçem için, daha da önemlisi ülkem için hak arayanların arasına ben de dahil olmuştum.


3 Şubat 2014 Pazartesi

Gülmek, Devrimci, Eylem...



 
"Adım Husên Xizrî. 1982 yılında Doğu Kürdistan’ın Urmiye kentinde doğdum. 2008 yılında İran devleti tarafından tutuklandım. 18 Mayıs 2009 tarihinde ilk ve son defa Urmiye’de 1. devrim mahkemesine çıkarıldım. Duruşma bir istihbarat (itla’at) temsilcisi ve savcının katılımı ile gerçekleşti. Onlar da orada hazır bulundular. Duruşma başlamadan önce istihbarattan gelen kişi beni tehdit etti ve mahkemede işkencelerden bahsetmememi istedi. 10 dakika süren biçimsel bir duruşmada bana söz hakkı bile verilmedi ve idam cezasına çarptırıldım. Böylesi bir mahkeme temamen şüpheli ve gayri meşrudur. 10 dakikalık zaman zarfında ben ve avukatım nasıl savunma yapacaktık!?"

Yapamazsın, yaptırmazlar... Kandırma kendini. Çünkü onlar hükmünü çoktan verdi. Yargılama, mahkeme, savunma falan filan bunların hepsi bir tiyatrodan ibarettir. Karar açıklanır ve hayatına son verilir. Bundan kurtuluşun yok. Ama dur bir dakika..! Kurtuluşun olmaması giderayak bir son dakika golü atmana engel değil. Öyle ki senin hayatın biter ama o golün acısı onlardan hayatları boyunca çıkmaz. Kendin için, senden öncekiler için, ardından bıraktıkların için... Bir gülümseme yeter... Tıpkı aynı yolun yolcusu Hüseyin Kavousifar gibi... Gülümse, sadece gülümse...


Bundan daha güzel bir ölüm olabilir miydi?

Onur Aksoy.

2 Şubat 2014 Pazar

Franz Von Werra




Alman avcı pilotu.

Hikayesinin, diğer tüm meslektaşlarının aksine, uçak peşinde koşmakla geçmediği bir pilottur. Toplumun üst kesimlerinden gelmiş olması yüzünden diğer pilotlar arasında pek sevilmemiş, ancak düşman esaretinde geçirdiği sürede yaptıklarıyla Almanya ve dünyada oldukça tanınmıştır.

Polonya, Belçika ve Fransa'nın işgali sırasında pilotluğu geliştiren Franz, Eylül 1940'ta, İngiltere savaşının en civcivli dönemlerinde, alçak uçuş yaptığı bir köyden açılan uçaksavar ateşi sonunda düşürülmüş; sağ ele geçtiği için İngiliz karargahına götürülmüştür. Değişik hikayesinin özünü oluşturacak ve asla vazgeçmeyeceği kaçış kararını, tutuklandığı ve sorgulandığı bu karargahta aldığını düşünmekteyim.

Werra Maidstone'daki şehir karakolunda, polis çavuşu Harrington tarafından sorgulanmış, Alman olduğuna şüphe kalmayınca orduya teslim edilmiştir. Ertesi gün öğlene kadar sorgulanan Von Werra, sorgusunun yeterli bulunmamasıyla iki hafta sorgulanacağı Cockfaster'a götürülmüş. oradan da 4 gün ekstra yorucu bir sorgu dönemi geçireceği Londra'ya gelmiştir. Burada kendisine Cumbria savaş esir kampına yollanacağı telkin edildikten sonra biraz rahatlayabilmiştir.

Franz Werra sorgusunun bittiği Eylül sonlarında İngilterenin işgalinin artık an meselesi olduğunu düşünmüş, ama doğası gereği  kaçış planlamıştır. Rütbeli esirler arasında bulunması adet olan "kaçış komitesi" ne teklifini sunduğunda kamptaki onuncü günündedir hatta. Esirlerin başındaki Yüzbaşı Pohle'nin ve 23 arkadaşının ve bir el arabasının yardımıyla n'apar eder kamptan kaçar. Ama sorun bitmemiştir, İngiltere'nin kuzeyi sayılabilecek bi noktada yayan olarak kıtaya nasıl dönecektir?

Cumbria, yer olarak İngilterenin en sert arazilerinden biridir. Üstelik tüm hikayenin üzerine kurulu olan faktör "şans"'a bakın ki ekim ayı oldukça soğuk geçmektedir. Kaçışı öğrenilen Von Werra'nın aranmasına başlanır. Home guard bölgedeki tüm çiftçilere ev ve samanlıklarını kilitlemesini, gözlerini de açık tutmasını söyler ve sistematik olarak bölgedeki tüm çiftlikler kontrol edilir. 10 Ekim gecesi, aslında koyun tüccarı olan iki home guard, çiftliklerinde kapının zorla açılmış olduğunu farkeder ve içeri dalarlar, tüm o keşmekeş içinde kendini soyluluğun konforuna kaptıran Werra'yı traş olurken yakalarlar. Genç baron mücadele ederek birini devirir, yaşlı olan diğerinden de koşarak kaçar. yırtmıştır.

12 Ekimde birkaç badire atlattıktan sonra, kendini bir bataklıkta rambo vaziyetinde çamur içine gizlemişken yakalanır. 21 gün hücreye atılır. Ardından 3 kasımda erkenden Derbyshire'da başka bir kampa nakledilir. Artık bulunduğu kamptaki herkes kaçmaya teşebbüs ettiğinden ve korumalar had safhada olduğundan işler daha zor olacaktır ama kendi gibi tekrar kaçmaya hevesli beş arkadaş bularak 17 Ekimde tünel kazmaya başlarlar. Çıkan toprağı bahçeye çaktırmadan boşaltan grup hiç durmadan çalışarak, 17 Aralıkta tüneli bitirir, tünel süresince gardiyanlara sattıkları yüzüklerden İngiliz Poundu elde eden esirler 20 Aralıkta bir bombardıman esnasında tünelden kaçarlar ve Berlin'de buluşma dileğiyle ayrılırlar.

Werra dışındaki herkes, yaptıkları angutça dönüş planlarıyla hemen yakalanırlar. Kamyonların arkasında uyurken, polislerin bisikletlerini çalarken ya da Almanca konuşurken enselenirler ve kamplara geri gönderilirler. Werra ise cesur bir plan yapar, kaçarken uçuş elbisesi üzerine pijamasını giymiştir ve tulumun Luftwaffe armalarını sökünce o sırada İngilterede bolca bulunan Hollandalı müttefik pilotlar gibi davranabilecektir. Toplumun üst sınıflarında gelme kültürlü biri olduğu için Felemenkçe ve İngilizceyi de oldukça iyi konuşmaktadır.

Bir ingiliz üssüne girmeden, bölge gazetelerini iyice okuyarak son olaylar hakkında bilgi edinir. Yakınlarda karşılaştığı bir makiniste de kendini Hollandalı pilot yüzbaşı Van Lott olarak tanıtarak en yakın raf üssünün nerede olduğunu öğrenir. Makinistin yanında lokomotifte laga luga ederek Condor Park istasyonuna kadar gider. Orada polis tarafından hemen yakalanıp sorgulanır ancak hikayesine inanarak onu serbest bırakırlar. Kısa süre içinde kendisini arabayla raf üssüne alırlar.

Hikayesine pek inanmayan üs komutanının sorgusundayken şansını dener. tuvalete gitmek için izin ister ve karanlıkta hangarlara doğru koşar. Raf hurricane'ları artık yalnız birkaç metre uzaktadır, teknisyenlerle konuşup kokpite tırmanırken, üs komutanı elinde tabancayla çıkagelir. Baron son saniyede başarısız olmuştur.

Burada sıkılanlar için, Baron Von Werra'nın aslen İsviçre doğumlu olduğunu, aristokrat bir Alman aile tarafından büyütüldüğünü, havacılığa eskiden beri meraklı olduğunu ve kendisinden haber alamadığı için o sırada çok mutsuz olan güzel bir kız arkadaşının olduğunu belirtelim. Kız, gidip dönmeyen pilotları bekleyen onca gözü yaşlı kişiden biri haline gelmiştir ama kader henüz ağlarını örmektedir.

Werra uçaktan inince gerçek kimliğini açıklar ve cesaretinden ötürü kendisine konyakla puro ikram eden komutanla bir süre geçirir. Şükür ki zaman, İkinci Dünya Savaşı'nın henüz şöyalyelik yapılabilen zamanlarıdır. Sonra tekrar bir kampa tıkılan Von Werra sıkı gözetim altındayken yeni bir plan yapamaz ve ocak ayında Hms Ramilles gemisi ile 1250 tutuklu ve 1000 öğrenci pilot eşliğinde Kanada'ya gönderilir. Yolculuk sonrasında gemi Nova Scotia'ya varır. Ama Franz yine yerinde duramaz ve bir plan daha yapar. soğuktan götleri donarak yaptıkları yolculuk sırasında, soğuğun herkes için soğuk olduğu bilincine varır ve kaçış yapacak olursa sırf bu yüzden kolaylaşacağını düşünür.

Nova Scotia'dan tutukluları alan tren Ottawa'ya doğru ilerlerken, Franz Von Werra her nereden bulduysa yine peşine kendisi gibi düşünen adamları takar, birkaç battaniyeye sarılır ve akşam saatlerinde camdan dışarı fırlar. Yokluğu ertesi gün öğlene kadar farkedilmeyecektir. Aynı trende onlardan habersiz yedi kişi daha firar etmiştir ama, soğuk başlarına vurduğundan kuzeye, Kanada içlerine yol almışlardır. Franz ise atladığı yerin Smith Falls olduğundan ve buranın Birleşik Devletler ile sınır teşkil edecek bir nokta olduğundan emin bir şekilde güneye ilerler. Ogdensburg istikametinden sandalla ve yürüyerek ilerleyip tarafsız topraklara girer. Kurtuluşun ilk adımlarını atmıştır. Amerika henüz savaşta değildir ve Franz Von Werra New York'a kadar giderek New York eyalet hastanesinde tedavi olur. Alman büyükelçisi de bu sırada büyük ihtimalle kendisini öpmekle meşguldür.

Amerikan hükümeti olay öğrenilince, mevcut koşullar gereği baron'u Kanada'ya iade etmek ister. Ülkeye kaçak olarak girmiştir, üstelik de komşu ülkenin tanıdığı bir savaş esiridir. Alman büyükelçiliği hemen araya girerek, basının olayla yoğun ilgisinden de faydalanarak iadeyi önler. Amerikan gazeteleri şimdiden efsane olan Franz Von Werra'nın kaçış hikayelerine sayfalar ayırırlar. Amerika'da vaktinde hiç de azımsanmayacak sayıda olan Nazi sempatizanları da aradıkları kahramanı buldukları için sevinçlidirler. Dünya onun hikayesini okurken Amerikan hükümetine baskı yapan İngiliz ve Kanadalılar çabalarını sürdürürler. Werra mart 1941'e kadar New York'ta kalır. Gazetedeki resimlerini öpücüklere boğan kız arkadaşını düşünür. Sonra büyükelçinin yardımlarıyla Meksika'ya oradan Brezilya'ya kadar gider. Rio de janeiro - Barcelona - Roma yoluyla Almanya'ya gider. Eve vardığında takvimler Nisan 1941 olmuştur. 7 aylık gurbetten sonra artık evine gelmiş, sürüyle badire atlatmış, dünyanın yarısını katetmiş ama asla hedeften yılmamıştır.

Adolf hitler gazetelerden de takip ettiği genç baronun hikayesiyle yakından ilgilenmiş, onu ulusal bir kahraman olarak karşılamış ve şövalye haçı ile ödüllendirmiştir. Hikayesi esaret altında bulunan tüm askerlere güç ve moral vermiştir.

Bir süre nişanlısını ziyaret eden Franz Von Werra, evi olan üsse geri döner. Yine de her zaman zorladığı şansı ona ihanet etmiş olacak ki, avcı devriyesinde olduğu 25 Ekim 1941 günü motor arızası yüzünden Hollanda açıklarında denize düşer. Uçağa ve kendisine ait iz bulunamaz.

Franz Von Werra, muhteşem bir pilot değildir. 12+ zaferinin bazılarının uydurma olduğu da düşünülmektedir. Ama onu bugün hatırlamamızı sağlayan şey nişancılığı ya da manevra yeteneklerinden çok aksiyon adamı olması, yerde de iş görebilmesidir. Dünyayı dolaşmak pahasına da olsa eve dönme içgüdüsü hiçkimse de bu kadar baskın değildir. Hikayesi esaret altında bulunan tüm askerlere güç ve moral vermiştir.

****Ekşi Sözlük'teki anglachel isimli yazardan alıntıdır.

Bahsi geçen şahsın hayatı daha sonra One that got away isimli filmde beyaz perdeye aktarılmıştır.

http://www.imdb.com/title/tt0050803/?ref_=fn_al_tt_2

30 Ocak 2014 Perşembe

Yaşasın İlliberalizm!!!

 
 
 Büyüksün İlber Hoca!!