18 Kasım 2010 Perşembe
Hepimiz Köşe Yazarıyız!!
Aslında ne yazacağımı tam olarak toparlayamadım ama gece gece aklıma düştü işte. Bir nevi kafanın ısınması durumu. Yazmak için uzun zamandır bu kadar hevesli olmamıştım..
Hepimiz birer köşe yazarıyız. Bloglarda, sosyal paylaşım sitelerinde, profesyonel olarak gazetelerde, dergilerde hayata dair mutlaka bir davamız var ve bunu ifade ediyoruz. İstisnasız hepimiz. Hem de ilkokul sıralarından başlayarak. O dönemleri hatırlayınız. Her sene okulun ilk zamanları mutlaka bir komposizyon ödevi verilir, geçen yaz neler yaptıklarımızın anlatılması istenirdi. Anlatırdık. Beyaz yalanlarla süslü cümleler kurardık. O cümlelerde kendimize yeni bir dünya inşa eder, kendimizi kandırırdık. Hiç okumadığımız kitapları okur, hiç gitmediğimiz yerlere gider, kendi inandığımız yalanlara öğretmenimizin de inandığını zannederdik. İstisnasız herkes aynı cümleleri tekrar eder dururdu. Oysa yaz boyunca yaptığımız tek eylem mahallede akşama kadar ölümüne top oynamaktı. Mahalle maçında yenildiğimiz çocuklarla aynı günün akşamında bu defa bizim sahada rövanşını yapmaktı. Kazandığımız vakit gecelere kadar muzaffer bir komutan gibi sokaklarda dolaşmaktı. Sanki buraların paşası biziz der gibi....
Sonra zaman ilerledi. Komposizyonların konusu yaz tatili eylemleri ekseninden çıkıp atasözü ve özlü sözler üzerine makalelere varan yazılar yazma aktivitesine dönüştü. Türkçe sınavlarında daha önce belki de hiç duymadığımız bir atasözü üzerine düzinelerce cümle kurmamız istendi. Sözlüklerde bile bir iki cümle ile açıklanabilen şeyler için bizden neden koskoca bir sayfa yazı istenirdi hiç anlayamazdım. Genelde çok uzun yazmak marifet sayılırdı. Kısa ve öz yazıp da yüksek not alanını görememiştik. O yüzden laf uzatılmalıydı. Saçmalama evresine geçiş işte bu dönemde başlar. Ne kadar saçma da olsa uzun bir yazı o kadar iyi puan.
Sonraki dönemlerde üniversite vizelerinde de aynı durum devam etti. Bilmediğimiz konular hakkında, hiç görmediğimiz hocaların girdiği derslerin sınavlarında aynı teraneleri tekrarlayıp durduk.. Enformasyon, Makyavelizm, Hegel'in diyalektik kavramı, konservatizm, insan insanın kurdudur, daha fazla Aristo, daha fazla Descartes, daha fazla Nietzsche...
Tıpkı bu yazıda yaptığım üzere bokunu çıkarıyorduk bazı şeylerin. Özlük diye bir şey hiç olmamıştı. Sonra Türk basınındaki köşe yazarları kafama dank etti. Şöyle bir genele baktığınız zaman onlar da hep aynı şeyleri tekrar edip durmamışlar mıydı? En çok da Atatürk, laiklik, şeriat, alevi-sünni, Kürt-Türk kelimelerini kullanarak cümleler oluşturmamışlar mıydı? Onlardan farkımız neydi? Biz sadece kırık not almamak için saçmalarken onlar ama keni çıkarları için ama başkalarının çıkarları için zehirli sözlerini enjekte etmemişler miydi bu memleket insanına? Her daim dostluktan, kardeşlikten, sporun ruhundan bahseden çok mühim bir medya mensubu bile bir maç oynandığı esnada ''beyaz atalarınızı da böyle şutlamıştık'' diyerek içindeki nefreti bilmeden kusmamış mıydı? İçindeki ırkçıyı ortaya çıkarmamış mıydı?
Tuhaf gelebilir. ''Gece gece bunu mu düşündün len?'' diyeceksinizdir mutlaka. Ama yine de bir düşünelim. Bu milletin her bireyi doğumundan itibaren yalanlar üzerine bir dünya kurgulayıp üstüne de kendi etiketini yapıştırmadı mı? Çocukken beyaz yalanlı o yazılar sonrasında nifak tohumlarının ekildiği topraklara dönüşmedi mi?
3 Ekim 2010 Pazar
İş Hayatında İnsan Olmak # 2
Aslında daha önce yazdıklarımdan çok farklı şeyler değil şimdi yazacaklarım. Lakin meselenin absürdlük boyutları gün geçtikçe artmaktadır. Sadece mekanlar, isimler, kişilikler değişmektedir ama mantalite hep aynıdır. Değişmemiştir. Bu gidişle de değişmeyecektir. Daha öncesi için buradan buyrun..
Meseleye gelecek olursak,
Ülkemizin güzide üniversiteleri arasında yer alan bir üniversitemizin yeni yapılan elektrik-elektronik fakülteleri inşaatında çalışmaktadır gariban işçimiz. Her zamanki gibi yine 07.45 itibarı ile iş başına geçmiştir. İnşa edilen dört bloğun en büyüğü olan C blokta(Yaklaşık 5 katlı bina kadardır) çalışmaktadır o gün. Herşey yolunda giderken bir anda ne olmuşsa olmuştur bizim gariban işçi C bloğun tepesinden toprak zemine çakılmıştır. Olayı gören arkadaşları hemen müdahele etmiş yaralı arkadaşlarını hastaneye kaldırmışlardır. İşin hastane kısmı tam bir komediden ibarettir. Hastayı gören doktorlar ''hiçbir şeyin yok senin domuz gibisin maşallah'' diyerek salıvermişlerdir bizim garibanı. Halbuki kolunda, kaburgasında, bacaklarında kırıklar ve bilumum sıyrıklar vardır bizim elemanın bünyesinde. O kadar yüksekten düşüp hayatta kalmak bile başlı başına bir mucizeyken, bu mucizenin daha da büyüğünü sevgili doktorlarımız başarmış ve bu haldeki bir adamı ''hiçbir şeyin yok'' diyerek geri göndermişlerdir..
Ne yapsın eli mahkum bizim garibanın da mecbur şantiyeye dönmüş hatta o halde işe bile çıkmıştır. Sonrasında bir başdönmesi, mide bulantısı derken tekrar apar topar hastaneye kaldırılmış ve gerçekler ortaya çıkmıştır.. Esaslı bi tedavi dönemi geçirmiştir bizim gariban.. Lakin bu denli büyük bir kazayı atlatıp bu kadar kısa sürede eski sağlığına kavuşabilmesi işin bir başka mucizevi boyutudur.
Not: İşbu postta yazılanlar tamamen gerçektir ve ilk başıkta haber değeri taşıyor gibi görünse de aslında artık bir haber değildir. Olay yaklaşık 3 ay önce gerçekleşmiştir. Mevzuya konu olan eleman şimdilerde ceylan gibi sekerek şantiyede fink atmaktadır. Endişeye mahal yoktur..
19 Eylül 2010 Pazar
12 Eylül 2010 Pazar
İhtiyar Delikanlı
Dünya futbolunun son 20 yılındaki en iyi sol açığı artık yavaş yavaş sahneden çekiliyor.. Dile kolay.. ManU'da geçirilmiş 20 yıl.. Belki Ronaldinho tekniğinde değildir ya da Messi kadar kıvrak değildir ama o sürekli oradadır. Yıldız futbolcu değildir ama büyük futbolcudur. Sir Alex'in otobiyografisinde söz ettiği birkaç futbolcudan biridir... Premier Lig başladığından beri her yıl istisnasız gol atmıştır. Bu alanda rekorun sahibidir. 3 G'li soyismiyle her zaman hafızalarımıza kazınmıştır..
Ve biz onu 90'lı yılların o efsane ManU kadrosundaki isimleriyle birlikte anacağız..
11 Eylül 2010 Cumartesi
İyi Bayramlar Üzerine....
''Konya’da bayram nedeniyle ailesiyle birlikte Gaziantep’e giden Erdem Nacaroğlu direksiyon başında uyuyunca otomobil şarampole yuvarlandı.
Kaza, saat 08.00 sıralarında Konya-Karapınar Karayolu’nun 50′inci kilometresinde meydana geldi. Erdem Nacaroğlu’nun kullandığı 34 FD 8738 plakalı otomobil, iddiaya göre sürücüsünün direksiyon başında uyuması sonucu kontrolden çıkarak şarampole yuvarlandı.
Kazada, sürücü Erdem Naçaroğlu ile 44 yaşındaki babası Ahmet Nacaroğlu ve 42 yaşındaki annesi Zeynep Nacaroğlu yaralanırken, kardeşlerinden 16 yaşındaki Pınar Nacaroğlu, olay yerinde 11 yaşındaki Eray Nacaroğlu’da, kaldırıldığı Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi’nde yaşamını yitirdi..''
Her bayram duyduğunuz klasik kaza haberlerinden biri değil mi? Bugüne kadar duyduklarım da benim için öyleydi. Ne de olsa ateş düştüğü yeri yakıyordu.. Ve bu defa ateş, kapı komşumuzun evine düştü..
Hep derdim ''bu çocuk çok kötü araba kullanıyor, bigün çevirip pataklayacam'' diye.. Artık akıllanmıştır diyeceğim ama ya kaybedilenler....
9 Eylül 2010 Perşembe
8 Eylül 2010 Çarşamba
Türkiye:3 Belçika:2
Kabusumuz yine ortaya çıktı. Bir geceyi daha mahvetmek üzereydi.. Aurelio-Selçuk-Emre orta sahasıyla maça başlamak maça zaten geride başlamaktı.. Skor olarak olmasa da oyunun merkezi olarak.. İlk yarı boyunca Servet ve Emre en çok paslaşan iki oyuncu konumundaydı. Selçuk ya da Aurelio'dan yapması beklenenleri Emre yapmaktaydı. Diğer ikisi ise ne yaptıklarını bilmez halde sadece yana ve geriye oynadılar. Sahaya çıkan 11'de en büyük hatamız Selçuk ve Aurelio'yu aynı yerde işlevsizleştirmekti.
Orta saha bu isimlerden oluşunca ilerisi de pek fazla ortalarda görünmedi. Tuncay-Hamit ve Arda zebellah gibi Belçika defansının arasında kaldı. Tuncay'ın tek yapabildiği koşmaktı. Maçın başlarında yakaladığı pozisyonda iyi bir forvet gol çıkarabilirdi fakat Tuncay forvet değildi. Oldum olası da gol vuruşları kötüydü.. Dün gece de öyleydi...
Belçika sahaya oynamak için çıkmıştı fakat daha çok kasap havası oynamak için. Bizim en uzunumuz Servet Çetin bile onların oyuncuları arasında pek bir masum kaldı. Zaten ilk golü kornerden her zamanki gibi abuk bir şekilde kalemizde görünce adamlar da oralardaki madenin farkına vardılar. Orta sahanın az ilerisinde oluşan her duran topta kale sahamıza doluştular. Her yüksek topa da müdahele ettiler. Maçın kırılma anı Felllaini'nin getirip gole dönüşemeyen pozisyondu..
İkinci yarı başlamadan yapılan Semih-Selçuk değişikliği takımı biraz daha ileri attı. Çok geçmeden de ilk gol geldi.. Hamit'in biraz daha ortaya çıkmasıyla sağ tarafta Sabri'nin de önü açıldı. Daha etkili ataklar başladı. Her iki kanatta çok iyi çalıştı desek yeridir. İkinci yarı ile ilk yarı arasında bu kadar belirgin bir fark olması tek bir değişiklik ile açıklanabilir mi gerçekten bilmiyorum..
Yediğimiz ikinci gol yine Türk usulü gol yeme durumu.. Şişirilen bir top, izleyen defans, boşa çıkan kaleci, bomboş yuvarlanan top v.s v.s.. Rakip 10 kişi kalmış, oyundan düşmüş, ikinci golü yemiş her şey yolunda giderken bir kahraman çıkıp her şeyi mahvedebiliyor bu takımda. Onur dua etmeli ki Arda, Hamit ve Emre çok üst düzey futbol oynadılar. Giden maçı çevirdiler. Yoksa gencecik yaşta potansiyel Rüştü yaftası yapıştırılacaktı kendisine..
Gecenin en güzel tarafı stadyuma gelen seyircilerdi. Tek bir boş koltuk bile yoktu. Gökhan Gönül'ün canlı canlı önümüzde depara kalkmasını izlemek isterdi bu gönül ama olsun. Sabri'nin çaresizliklerini izledik bol bol:))
5 Eylül 2010 Pazar
Refah Şilebi
Yıl 1940. Tüm dünya aynı yüzyıldaki ikinci büyük savaşı yaşamaktadır. Almanlar Avrupa'yı tek başlarına işgal ederken artık doğudaki hedeflere yönelmiştir. Türkiye savaş öncesi ve savaşın devam ettiği yıllarda tam bir tarafsızlık politikası izlerken savaşın iki tarafı da Türkiye'yi yanına çekmeye çalışmaktadır. Almanlar'ın Fransa'yı işgal ettikten sonra doğu'ya yönelmesi ile birlikte Alman tümenleri Balkanlar'da ilerlemeye başlamıştır. 1941'e gelindiğinde Bulgaristan'a girmiş ve Yunanistan'a yönelmiştir. Bu gelişmeler Türkiye'de büyük tedirginlik yaratmış ve tüm ülkede savaş ekonomisi uygulanmaya konulmuştur. Sınırda gezinen Alman tanklarına karşı Türkiye'nin yapabildiği tek şey sınıra çit yapmaktır.
Türkiye'nin tedirginliğini gören Almanya, Türkiye elçisi Von Papen aracılığı ile Hitler'den gelen mektubu İsmet İnönü'ye ulaştırır. Mektupta savaşı Almanlar'ın çıkarmadığı, Balkanlar'daki tümenlerin yanlış anlaşılmaması gerektiği ve Türkiye'ye asla saldırılmayacağı bildirilmiştir(Hitler'in Türkiye'ye saldırarak doğu petrollerine ulaşma isteğinde olduğu bilinmektedir. Hatta bunun için planlar bile hazırlatmıştır. Planın uygulamaya konulmamasının tek sebebi Anadolu'nun coğrafi koşullarının yıldırım savaş tekniklerine uygun olmamasıdır).
Savaşa girmemesine rağmen savaş ekonomisi uygulamasını sürdüren Türkiye 1941 yılında İngiltere'den 4 denizaltı sipraiş etmiştir(Uluç Reis, Oruç Reis, Murat Reis, Burak Reis). İngilizler gemileri teslim alacak askerlerin en geç 25 Haziran'a kadar Mısır'ın Port Said Limanı'nda olmasını istemiştir. Bunun üzerine Milli Savunma Bakanlığı'nca seçilmiş 19 Deniz Subayı, 72 Astsubay, 58 er ile İngiltere'de staj görmek üzere ayrılan 20 Hava Harp Okulu öğrencisi ve bir kısmı sivil olmak üzere toplam 200 kişi Refah Şilebi ile 23 Haziran 1941 günü Port Said'e gitmek üzere Mersin'den hareket etmiştir. Bu olayın birkaç gün öncesinde ise Türk-Alman saldırmazlık antlaşması imzalanır. İngilizler bu duruma çok tepki gösterir. Almanlar güney sınırlarını garanti altına almış ve Rusya'ya saldırmak için aradığı ortamı bulabilmiştir. Tüm bu gelişmelerden sonra 23 Haziran akşamı 40 yaşındaki Refah Şilebi Mersin'den hareket eder. Yola çıktıktan bir süre sonra milliyeti belirsiz bir denizaltı tarafından torpille vurulur. Gemi 22.30'da vurulur ve 4 saatte batar. Gemide bulunan tek filikayla 24 kişi kurtarılır. 168 kişi boğularak ölür. 8 kişi se geminin ambar kapağının üstünde kalır. Yol almaya çalışırlar fakat başaramazlar. 6 asker yüzerek kurtulmaya çalışır ve dalgaların arasında kaybolur. Kalan son 2 iki askeri ise o gün İstanbul'dan İskenderun'a gitmekte olan Doğan Gemisi kurtarır.
O devrin Türk Ordusu adına en büyük kaybı bu olay ile gerçekleşmiştir. Çünkü Mısır'a giden denizciler bakanlık tarafından özel olarak seçilmiştir. Yani Türk Ordusu'nun o dönemki en seçkin grubu bu olayla kaybedilmiştir. Olaydan sonra İngilizler suçu Almanlar ve İtalyanlar'a atarken Almanlar da bunu İngilizler'in yaptığını ileri sürmüştür. Daha sonra Fransızlar'ın bu olayı gerçekleştirdiği ileri sürülür fakat kanıtlanamaz. Tüm işaretler İngilizleri göstermektedir. İngilizler hem denizaltıları vermemek hem de Türkiye'yi savaşa müttefiklerin yanında sokabilmek için mi bunu yapmıştır? Bu hiçbir zaman bilinememiştir.
Refah Faciası sonrasında TBMM soruşturma başlatır. Dönemin Ulaştırma Bakanı Cevdet Kerim İncedayı ile Millî Savunma Bakanı Saffet Arıkan’ın görevlerinden istifa ederler. Yapılan soruşturma sonrasında ikisi de suçsuz bulunur. Refah Faciası Türkiye'nin bu yüzyıldaki Dumlupınar Faciası ile birlikte iki hazin denizaltı faciasından biridir.
Son zamanlarda bulunan bazı İtalyan ve Alman belgeleri ise, Refah’ın İtalyan bandıralı ve ‘Ondina’ adlı denizaltı tarafından batırıldığı iddialarını güçlendirmiştir.
İtalyan Deniz Kuvvetleri tarafından yayımlanan ve II. Dünya Savaşı’na ait bir raporda, Ondina’nın batırdığı geminin yerinin koordinatları verilmektedir. Bu koordinatlar, Refah’ın battığı bölgeye uymaktadır.
Türkiye parasını ödeyip sipariş ettiği denizaltıları hiçbir zaman alamamıştır.
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Trabzonspor:3 Fenerbahçe:2
''Biz bu hayatta bir Mahmut Hoca'dan bir de Trabzonspor'dan çekiyoruz''
Maça başlayan 11'ler her iki taraf için de sürpriz olmuştur. Alex ve Stoch'un sahaya yedek olarak çıkması, diğer tarafta Yattara ve Alanzinho'nun sahada yer alması her iki takım için de beklenmedik tercihlerdi. Sahaya çıkan kadrolar futbol oynamak ister nitelikte takımlardı. Zaten bunu ilk yarı Trabzonspor çok iyi başardı, ilk yarının sonlarına doğru Stoch'un oynuna girmesiyle de Fenerbahçe başardı..
Stoch tercihinin yanlış olduğu Stoch'un maça girer girmez oyuna etki etmesi ile belli oldu. Zannediyorum ki Paok maçı düşünülerek Alex ve Stoch yedek bırakıldı. Emre, Menhmet Topuz, Christian ve Özer'den oluşan orta saha daha çok mücadeleci fakat rakip sahaya gitmekte zorlanan bir yapıdaydı. Trabzonspor da hiç acımadı bu hafif topal takıma. Bir anda golleri arka arkaya sıraladı. Fenerbahçe cevap vermek istediği her anda duvara tosladı. Karşılarına Trabzonspor'dan daha çok kötü bir savunma, çaylak bir kaleci sahada ne yaptığını bilmez bir kifayetsiz(Christian) buldular. Niang ilk maçta çok olumlu tepkiler almıştı bu maçta da maç boyu hemen hemen her hareketi olumluydu. Girdiği tek pozisyonda da kaleci çok başarılıydı.
Trabzonspor'da Yattara, Alanzinho, Teofilo gibi hızlı oyuncuların bulunması rakip kaleye gitmesini çok kolaylaştırdı. Evet topsuz oyunda sıkıntı yaşar bu takım fakat topla rakip kaleye en hızlı giden takım şu an itibarı ile bu ligde Trabzonspor...
Öyle ki Santos bu maç hiç ileri çıkamadı, gittiği zaman da o duba görüntüsü ile geri gelemedi. Vasıta bulursa ancak işte.. Yattara tarafınfan maymuna çevrildi. Gökhan Gönül ilk yarı herhalde 150 kere gitti geldi o kanatta fakat maçın sonlarını getiremedi. Tamamen düştü.. Özer, Emre, Christian'ı da ekleyebiliriz bu isimlere. Ligin yeni başlamasınn sıkıntıları bir dönem daha devam edecektir bu bakımdan..
Hatalı penaltı kararı dışında hakemin büyük bir hatası olmadı. Mert Günok hem takımı oyunda tuttu hem de hakemi bugün doğranmaktan kurtardı..
Ve son söz.. Stoch bu takımın as oyuncusu olmuştur. Alex vazgeçilemezdir. Volkan'a iyi bir yedek gerekmektedir. Christian bence Güiza'dan bile büyük bir kazıktır..
20 Ağustos 2010 Cuma
Akropolis Meydan Muharebesi
Dünya Şampiyonası öncesi yapılan bir hazırlık karşılaşması.. Maç Yunanistan'da ve Yunanistan-Sırbistan karşılaşıyor. Maç devam ederken ne oluyorsa oluyor Teodosiç ve Fotsis birbirlerine giriyor. Tam olaylar yatıştı derken Kristiç, Schortsanitis, ve diğerlerinin de olaya dahil olmasıyla tam bir savaşa dönüşüyor. Hatta kavganın ilk alevlendiği anlarda Schortsanitis'i kenara çekmeye çalışan Teodosiç sonrasında yine aynı oyuncu tarafından yerde yumruklanıyor. Bunun üzerine de Nenad Kristiç Schortsanitis'e arkadan müdahelede bulunuyor.. Sağlam 6-7 tane saydırıyor. Schortsanitis de Kristiç'in üzerine yürüyünce Kristiç taş atıp kaçan çocuk misali geri vitese bağlıyor. En sonunda ölüm vuruşunu metal sandalyeyi Bouroisis'in kafasına indirerek yapıyor... Yunanlı taraftarlarda da iyi sabır varmış. Abdi İpekçi'de Ersan'ın kafasına sandalye atacaksınız ve o salondan sağ çıkacaksınız... Kan alırlar Kamil kan....
İşte o görüntüler!!!
mailano.blogspot.com
19 Ağustos 2010 Perşembe
Kaldığımız Yerden...
Bu takımın geçen sene en büyük problemi Emre'den başka orta sahada top yapacak, Alex'le aynı dili konuşabilecek bir oyuncunun olmamasıydı. Emre'nin olmadığı zamanlarda orta sahadan ileriye dönük kabızlık tüm takıma yansıyordu. Ne zaman ki Emre takıma döner işler yoluna girerdi.
Bu akşamki maça geliyorum. Maçtan önce Emre'nin oynayamayacağı açıklanınca orta sahanın Cristian-Selçuk ikilisine kalışı kesinleşmiş oldu. Rakip için bundan da büyük piyango olmazdı. Orta sahada öyle iki oyuncu ki ne ileriye dönük adam gibi pas atabiliyorlar ne de oyunun savunma yönünü becerebiliyorlar. Öylesine iki oyuncu.. Kifayetsizler diyorum ben bunlara. Yetenekleri geri ve yana pas atmakla sınırlandırılmış bu oyuncularla bu akşam ilk yarı ortaya konan futbola çok fazla eleştiri getirmemek lazım.. Hazır bir Özer bu ikiliden biriyle daha eli ayağı düzgün bir orta saha yaratabilirdi Fenerbahçe adına. Nitekim ikinci yarı oyuna girmesiyle Paok sahasından pek fazla çıkma şansı bulamadı(10 kişi kalmasının da bunda etkisi vardır mutlaka). Çünkü orta sahada top daha çok dolaştırılıyordu. En azından ayaklarda gevelenmiyor, kanser sebebi top kayıpları yapılmıyordu.. Maçın sonlarında Paok öyle bir gol kaçırdı ki bizim Türk spiker bile tüm taraflılığını yitirdi. Bir tek ''ohaa lan o gol kaçar mı?'' demediği kaldı. Güizavari bir gol kaçırmaydı diyelim de daha rahat anlaşılsın. O pozisyondan sonra da inandım ki bu turu biz geçeriz.. Eğer ki öyle bir şey olursa da Yunanlıar bu Papazoğlu'nu ipe götürürler..
İkinci yarıda ortaya konan futbola bakarsak biz bu turu burada alırız ama 1-0 zor bir skor. Yemeden atmak gerekiyor ki Fenerbahçe adına hem de bir Avrupa Kupası maçında oldukça zor bir ihtimal..
Sahada Mehmet Topuz ve Gökhan'ın işleyişi gayet iyiydi. Caner ve Santos biraz aksadı. Santos ilk yarıdaki şutundan sonra pek görünmedi. İlhan zaten ömürlük.. Allah yardımcımız olsun.. Lugano idare etti. Ortadakiler için zaten yeterince enerji sarfettik. Alex ilk yarı hiç yoktu. İkinci yarı takımla birlikte o da kalitesini gösterdi. Niang daha ilk maçında kendini sahada belli etti. Top alışları, hareketliliği tam Fenerbahçe'ye uygun bir forvet olduğunu gösteriyor. Beklentiler büyük ama Niang bunları karşılayacak gibi duruyor..
Gecenin Fenerbahçe adına kısaca özeti şu olurdu herhalde. Bu takımın sorunu ne defans, ne forvet ne de teknik adam.. Bu takımın sorunu oyunun bırakınız iki yönünü tek yönünü bile oynayamayan iki orta saha oyuncusuna sahip olmasıdır..
Diğer maçlarda Galatasaray 2-0 geiye düştüğü maçta 2-2'yi buldu. Aralıklarla baktığımda da Kaleci Aykut ıslıklanıyordu. Turu büyük ihtimalle geçerler ama oynadıkları futbol yetenek yoksunuydu. Trabzonspor ise gayet iyi götürdüğü maçı basit bir hata sonucu yediği golle yenik kapattı. Golde Babel çok temiz vurdu. Liverpool'un aslarını sahada görmek isterdik ama kısmet Avni Aker'e artık..
21 Temmuz 2010 Çarşamba
Gurbet Kuşları!!
Yazmayalı uzun zamam olmuş.. İş-güç pek vakit ayıramıyordum ama bu maçı izledikten sonra bir şeyler karalamak farz oldu. Kafam ısındı resmen yahu..
Maçı bir kenara bırakıyorum. Biz Avrupa Birliği'ni filan heketmiyoruz arkadaş. Geçiniz. Daha o kadar medeni olamamışız. Bunu bu akşam Alman hakem yüzümüze yüzümüze çarptı. Maç herhangi bir final değil, lig kapışması değil, o değil bu değil. Hatta gazozuna bile değil. Gurbetçiler için organize edilmiş bir maç.. İnsaniyet namına organize edilmiş şu maçı da rezil ettik. Başardık!! Sahaya yabancı madde atmalar, meşale yakmalar. Tam Türk işi...
Bu işin bir tarafı. Bir de sahadakiler var. Başta Bilica. Bir adam sahada çıkan her kavganın, itiş-kakışın içinde olur mu? Bunun için kazma olmak yetmez, aynı zamanda da çirkef olmak lazım. Bu iki özelliği de bünyesinde barındırabiliyor Bilica. Ve böyle bir adam ne yazık ki benim gönül verdiğim takımda oynuyor. Yazık.. Selçık Şahin geçen sene Mecidiyeköy'de gol atarak hepimizi yarmıştı. Bu sene de bir hazırlık maçında kırmızı kart görerek inanılmazı başardı. Ben bir hazırlık maçının anlamsız yere bu kadar gerilmesine, sertleşmesine ilk defa şahit oluyorum. Bu da maçın 14. dakikada bitmesi demekti.
Şimdi herkes Alman hakeme sallayacaktır ama adam doğrusunu yaptı. Türk hakem olsa o maç her türlü devam ettirilir, afedersiniz sahaya meşale değil meteor düşse de ''bana mısın'' demezdi.. Kartlar konusunda belki aşırı sertti ama o yabancı bir hakem olarak sadece işini yaptı..
Organizatörler için de iyi bir ders olmuştur bu maç. Bir daha böyle bir şeye de kalkışmazlar herhalde. Biz kendi memleketimiz sınırları içinde birbirimizi yeriz zaten. Hudut dışına çıkıp da aleme rezil olmanın ne manası var değil mi??
Maç için söylenecek çok fazla bir şey yok zaten. Olaylar ve absürdlükler dışında. Bu maç özelinde söyleyebileceğim en güzel şey uzun zaman sonra vuvuzela sesi olmadan bir maçı izleyebilmemdi...
27 Haziran 2010 Pazar
Almanya:4 İngiltere:1
Maçı izleyen herkesin aklına 1966 yılı gelmiştir elbette ama bana kalırsa Almanlar hem 1966'nın hem de 2001'de 5-1 biten maçın hesabını kestiler. 2-0 olduktan sonra sıkıcı bir maç havasına girdiğini düşünürken sahanın belki de en kötülerinden Upson'ın golüyle işin rengi değişiverdi. O kısacık 5 dakikada tarihe geçecek bir maç haline geldi. Lampard'ın buz gibi golü gitti. Neuer'in hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi de zannedersem hakem kararında etkili oldu. Yalnız bu golü görmeyen hakem üçlüsü de yırtsınlar o lisanları manav işine girsinler. Futbolda çizgi teknolojisine ısrarla sıcak bakmayan Blatter'e de kapak olsun o top..
İkinci yarı ortamın şenleneceği çoktan belli olmuştu.. Lampard'ın direkleri şamar oğlanına çevirdiği şut maçın en önemli anıydı.. Tamamen savunmada kalan Almanlar maçın kalan kısmını zor getirir görüntüdeydi. Ne olduysa ondan sonra oldu, hemen hemen aynı yerden yine Lampard'ın frikiği sonrasında Almanlar ''konrtaya nasıl çıkılır'' dersi verdi. Kaleci James İngiltere'nin yine en zayıf halkası oldu. Zaten bu İngiliz kalecilerin alayı delikli nane. Seaman, James, Greer...
Son gol yine kontradan geldi. Mesut harika geldi, asisti yaptı. ''Almanlar'ın Messi'si'' yine başroldeydi. 2001'de Münih'te oynanan maçta Owen'la birlikte Alman defansını maymuna çeviren Heskey bu maçın son anlarında kurtarıcı olarak Capello tarafından sahaya sürüldü. Ama ne Almanlar 9 yıl önceki gibiydi ne de Heskey... Futbolun mucidi bir millete yapılmazki böylesi..
Emmanuel Eboue
Kötü geçen Dünya Kupası'na yaptığı bu espriyle imzasını atmıştır Eboue. Kendisinin Korece bildiğini de öğrenmiş olduk bu vesileyle!!!
http://i50.tinypic.com/f9llh.gif
10 Haziran 2010 Perşembe
İstanbul'u Unutmak
Böyle bir şey mümkün müdür? Bana hep imkansız gelirdi ama değilmiş...
Ne zaman İstanbul'dan uzaklaşsam, gittiğim yerde en fazla 3 gün kalabilirdim. 3. günün sonunda içimi bir sıkıntı kaplar, ''ulen İstanbul'a kapağı ne zaman atacağız acep?'' şeklinde düşüncelerle bir nevi şafak sayardım.. Antalya dahil gittiğim her yerde böyle oldu. Alışamıyordum.. Daha doğrusu ayrılamıyordum bu stresi, çilesi, derdi bitmez şehirden.. İstanbul'da büyüyen herkes için durum böyledir aşağı-yukarı.. Her şeyine söveriz ama ayrılamayız da ondan..
Hep böyle olmuştu.. Yine aynı şey başıma gelecek mi diye düşünürken kendimi Girne'de buldum.. Daha önce defalarca gitmiştim ama ilk defa Girne gözüme bu kadar güzel göründü. İlk defa İstanbul'dan ayrılışımın 3. gününde gittiğim bir yerden sıkılmadım. Girne Kalesi ilk defa bu kadar muhteşemdi. St. Hilarion ilk kez bu kadar gösterişliydi. Ve ilk defa bir haftalığına gittiğim bu güzel Akdeniz şehrinde 15 günün tadına doyamadım. Tası tarağı toplayıp oraya yerleşmeyi bile düşündüm.. Hala düşünüyorum da belki zamanla..
Dönüş yolunda ilk kez ayaklarım geri geri gittim havalimanına. Girne'yi gördükten sonra İstanbul çok yabancı geliyor insana. Nedenini bilmiyorum... Aslında biliyorum da neyse...
Girne'ye bir kez daha yolum düşerse St. Hilarion'da biramı yudumlarken bir zaman Akdeniz'i izleyeceğim ve İstanbul'a doğru tüm iyi dileklerimi sunacağım...
25 Mayıs 2010 Salı
23 Mayıs 2010 Pazar
Bekle Beni Madrid!!
Ve Mourinho Madrid'e merhaba dedi..
İnter gibi futbolcu öğüten bir takımda 700'ün üzerinde maçta forma giymek.. Hem de değişen onca teknik adama rağmen.. Helal olsun demek lazım bu 36'lık Arjantinli için. Düşünün ki böyle bir adam Maradona tarafından Dünya Kupası kadrosuna alınmıyor. Kupa kaldırmanın en çok yakıştığı bu oyuncu, bir de Messi ile birlikte Dünya Kupası kaldırsa kariyerinin sonunda jübile yapmasına bile gerek kalmazdı. Zaten zirvede bırakmış olacaktı..
Maçtaki tek görüntü Bayern'in daha ofansif yönde olacağı İnter'in ise sahasında bekleyip rakibin açıklarını kovalayacağıydı. Öyle de oldu. Bir kaleci degajı ve bir kontrada işi bitirdiler. İki golde de Milito'nun insan üstü yeteneklerine dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Şu sıralar Rooney ile birlikte dünyanın en iyi forvetidir gözümde. Özellikle izlediğim maçlarda soldan gidip rakibe attığı ters çalımlar ve sonrasında yaptığı gol vuruşları tam jeneriklik. Attığı iki gol de çok muhteşemdi ama özellikle ikincisi tarif edilemezdi..
Bayern'in tek gol ümidi Robben'in zorlamalarıyla getirdiği ve Oliç'e yapacağı asistlerle bulacakları pozisyonlarda olabilirdi. Robben bunu birkaç kez denedi fakar çok formda İnter defansını geçemedi. Ribery'nin yerine forma giyen Hamit Maicon'u fazla zorlayamadı, karşısında da Eto'o gibi atletik bir oyuncu olunca oyunda iyice etkisizleşti. Buna rağmen Bayern adına dün gece topu ayağına aldığında aklı başında işler yapan birkaç oyuncudan biriydi.
Mourinho yine kazandı. Hem de bu kez hep geyiği yapılan ustasına karşı. Zaten Barça'yı eleyip gelmiş bir takımdan da kupayı kaybetmesini beklemek akla aykırı bir düşünce olurdu. Her platformda İnter favoriydi. Oynadıkları futbol tartışılır, bazı romantikler beğenmese de bence Mourinho ve İnter şu an ''winner'' kelimesinin tam karşılığıdır. Dünya futbolunu kurtarmaları gibi bir misyonlarının da olmadığını göz önüne alırsak ''futbolu çirkinleştiriyorlar, böyle futbol mu oynanır'' zırvalarına pek kulak asmamak gerekir. Tarih hep kazananları yazmıştır. Yoksa kazananlar mı tarihi şekillendirmiştir. Neyse işte derinlere inmeye gerek yok.. Forza İnternazionale!!!
5 Mayıs 2010 Çarşamba
Trabzonspor:3 Fenerbahçe:1
Hafta sonuna kadar hemen her ortamda karşılaşabileceğimiz türden geyiklere şimdiden hazırlıklı olmak lazım. Ben kendi bloğumdan başladım mesela!! Maçtan sonra da bir arkadaşım telefonda ''Ayva çiçek açmış'' şeklinde devam eden nağmeleri sıralıyordu... 27 yıl olmuş ne gam, 28, 29, 30 olsun..
Rıdvan Dilmen'le devam etmek istiyorum sevgili okuyucular. Hani o bazen der ya '' Ben Türkiye'de iki şeyi göremem;
1 Türkiye'den bir takımın Şampiyonlar Ligi'ni kazandığını,
2 Anadolu'dan 4 büyükler dışında bir şampiyon çıktığını,
Ben bunu biraz daha ileri götürmek istiyorum.
1 Türkiye'den bir takımın Şampiyonlar Ligi'ni kazandığını göremem...
2 Ben Fenerbahçe'nin Türkiye Kupası'nı kazandığını göremem..
Maç için söylenebilecek tek şey var o da Trabzonspor'un kupayı sonuna kadar hak ettiği. Çok daha fazla mücadele ettiler, daha iyi oynadılar ve kazandılar. 2006'da da böyle 2-3 hafta arayla iki kupayı kaybetmiştik. Aynı travmayı ne ben ne de tanıdığım diğer Fenerbahçeliler kaldırabilir. Toplu intiharlara yol açar.. Çocuğumu keserim lan o kadar söylüyorum!!!
4 Mayıs 2010 Salı
Cennette Bir Yıl
''Herkesin beni tanıdığını düşünmeyin. Şampiyonlar Ligi'ni kazandıktan kısa bir süre sonra başıma gelen bir şeyi anlatacağım. Bir restaurantta sevgilim ve kız kardeşimle, bize bir masa ayarlaması için garsonun gelmesini bekliyorduk. Yanıma gelen bir kadın,'' Sen garson musun?'' diye sordu. Şaka yaptığını düşünerek, ''Evet hanımefendi,'' dedim. ''Bana bir Fanta verir misin?'' dedi. Sevgilim ve kız kardeşimle ağzımız açık kaldı. Ona garson olmadığımı, şaka yaptığımı söylemekle yetindim. Özür dileyerek masasına gitti. Arkadaşlarının gülmelerini ve kadıncağızın şaşkınlığını izledik. Sanırım arkadaşları beni tanıyorlardı. Hepimiz çok eğlendik. Saçlarımı boyasaydım ya da türlü tuhaflıklar yapsaydım kadın beni tanırdı. Ama ben öyle biri değilim. Dikkat çekmeyi sevmem.
Benimle gurur duymanız için çalışmaya ve kendimi zorlamaya devam edeceğim. Benim için önemli olan şeylere sadık kalacağım. Çalışmak, çalışmak, çalışmak ve elimdeki nimetin farkında olmak. İpin ucunu bırakmamak gerek. Yarın için bugünden çalışmalıyım..
Andres Iniesta...
28 Nisan 2010 Çarşamba
Catenaccio'nun Kitabını Yazan Adam
Şöyle bir 2004 yılına gitmedik değil maçı izlerken.. Hatta düşündüm de acaba Jose Mourinho'nun asistanlık yaptığı futbol adamı Otto Rehagel olmasın?? Ben bir tek 2004 Avrupa Şampiyonası'nda Otto Rehagel'in çalıştırdığı Yunansitan'ın maçlarında görmüştüm bu taktiği. Aslında taktik de değil. Rakamlara dökmek gerekirse 9-1 gibi bir şey!! Bu nasıl bir savunma anlayışıdır, nasıl bir futbol katlidir?? Sonundaki artistlikler de cabası.. Bu şekilde Şampiyonlar Ligi'ni alsan ne yazar?
Maç sonu görüntüler cinayet çıkaracak cinstendi. Anladık Mourinho, artistin teki hatta megoloman bir tip. Ama yaptığını da ancak aklından zoru olanlar yapabilir.. O tribünlerden bir kişi herhangi bir harekette bulunsaydı muhtemeldir ki aşırı tahrik unsuru nedeniyle de çabucak sıyırırdı bu işten..
Inter'in sahadaki mücadelesine edilecek tek laf yok. Harika bir mücadele vardı futbolcular adına. Eto'o bile savunmanın arasında kalmışken, Milito sağ bek gibi oynamışken, takımın savaşan ruhlu oyuncularının(Lucio, Maicon, Cambiasso, Samuel, Zanetti) neler yaptığını varın siz hesap edin.. Düşünün ki Messi belki de kariyerinin en etkisiz maçlarından birini çıkardı. Cambiasso bana göre hem Messi'yi çok iyi savundu hem de Inter defansının ayakta kalmasını sağladı. Julio Sezar'ın Messi'nin köşeye giden topunu çıkarması ise herhalde maçın kırılma anıydı.
Sahada gol adına hiçbir şey yapamıyorsunuz, şişirdiğiniz toplar saniyesinde size geri dönüyor, top 25 metrede sizin kale önünde oynanıyor, topla oynama yüzdeleri diye bir şey söz konusu bile değil, çünkü top sürekli rakipte ve siz gölü yemenize rağmen turu geçiyorsunuz. Bu ancak ve ancak futbolun adaletsizliğiyle açıklanabilir bir durum..
Barcelona yine bildiğimiz Barcelona'ydı. Topu rakibine değil vermek göstermedi bile. Valdes'e maç boyu etkili bir şut geldiğini ben hatırlamıyorum. Maç boyu sürekli aradılar, kovaladılar, topu koşturdular fakat ne İbra, ne Messi ne de Pedro bekleneni veremedi. Gol bir defans oyuncusundan geldi ama golün oluşumu ders niteliğinde oldu. Adamların savunmacısının attığı gole bak, gel bir de bizim forvet dediklerimizin kaçırdıklarına bak.. Var bu işte bir yanlış ama ben çözemiyorum!!
Mourinho şimdilerde Madrid'de herhalde C.Ronaldo'dan daha çok seviliyordur. Real Madrid tarihinin belki de en ağır Barça bunalımlarından birini yaşayacakken Mourinho buna izin vermedi. Hani fahri başkanlık verseler yeridir. Barcelonalılar da Mourinho ve Inter'in maç sonu sevinçlerine su sıkarak bu kötü futbol gecesine hoş bir nokta koydu...
25 Nisan 2010 Pazar
Kasımpaşa:0 Fenerbahçe:1
Şu sıralar bloğa en çok yazılan şey herhalde budur. X:0-Fenerbahçe:1.. Son haftalarda takımın gol yememesinin en büyük getirisi de bu olsa gerek. Gol yemediğiniz zaman bir tane atıp üstüne yatabiliyosunuz ve bunu iyi yapıyorsunuz. Kabul etmek gerekir ki Fenerbahçe şu anda ligin alan oyununu en iyi becerebilen takımı. Gol yemek istemedikleri sürece(bu lig bazında) gol yemiyorlar. Bunda orta sahanın mücadeleden kaçmayan oyunculardan kurulmasının da payı büyük elbette..
Maça bakıldığında Fenerbahçe için gündüz maçı isteksizliği oldukça belirgindi. İzleyici için de bu geçerliydi. Akşam maçlarına alışan gözlerimiz için yabancı bir durumdu. Maçın temposu şampiyonluğa oynayan bir takıma yakışmayacak düzeydeydi. Hep şunu söylüyorum; bu takımda kontraya kalkabilecek bir tane adam yok. Rakibi tek ayak üstünde yakalamışken, topu hızlıca rakip alana sürebilecek hızda bir tek oyuncu yok. Bir tek belki Kazım vardı o da şutlandı takımdan. Bu maçta da bunun sıkıntısı vardı. Kontra yakalanabilecek bir çok pozisyonda takım hep frene bastı.. Kasımpaşa'nın da 3'e 1 geldiği pozisyonları görmek lazım. Son pasları iyi kullanabilseler muhtemeldir ki şu anda Güiza'yı doğramakla meşguldük tüm taraftar güruhu olarak..
Güiza demişken, bugün yine kendinden beklenenleri gerçekleştirdi. 8 metrelik kaleler yerine topu bomboş pozisyonlarda dışarı vurabildi.. Bu sefer garanti Alex buna sille tokat girecek sandım... Kasımpaşa açık oynadı fakat bunu iyi oyuna dönüştüremedi. Paslaştılar, rakibin üzerine gittiler fakat o kadar.. Savunma duvarının önünde eriyip gittiler. Cenk ve Murat üzerine kurulu hücumlar verimsizdi. Bu Yekta iyi bir oyuncu. Ters çalımları çok tehlikeli. Selçuk'u bir kaç kere kördüğüm ettiğine şahit olduk..
Fenerbahçe de çok iyi oynamadı ama sonuç futbolunu iyi becerdi. Bolca da pozisyona girdi. Maç belki de ilk yarı kopacakken biraz beceriksizlik biraz da rakip kalecini gününde olması bunu uzattı. İkinci yarı ilk 10 dakikayı saymazsak kontol tamamen Fenerbahçe'nin elindeydi. Verilmeyen net bir penaltısı ile birlikte..
Fenerbahçe kazandı ve bombayı Bursaspor'un eline bıraktı. Bakalım akşam neler olacak..
18 Nisan 2010 Pazar
Fenerbahçe:1 Beşiktaş:0
Şampiyonluğa giden yolda belki de en kritik maça, hem de rakibinden dört puan gerideyken bu kadar defans adamı ile maça çıkmak olsa olsa günü kurtarma düşüncesidir. Beşiktaş için ya hep ya hiç vardı maç öncesinde. Bence Beşiktaş sahaya sürdüğü kadroyla ''hiç''i tercih etti. Ben bir Fenerbahçeli olarak maç öncesi kadroları gördüğümde bu Beşiktaş'ın rakip kaleye gidemeyeceğini düşünüyordum ki ilk yarı düşündüğümüz gibi oldu. Gol şansını sadece Bobo'nun driplinglerine bırakan bir takım ne kadar hücum edebildiyse o kadar hücum edebildi Beşiktaş. Yani ''hiç''..
Fenerbahçe maça tam manasıyla 1-0 önce başladı. Bu kadar defansif adamların bulunduğu bir ilk on birde Alex'in gol öncesi bu kadar boş bırakılması da savunmanın çok adamla değil akılla yapılacağının bir göstergesiydi. Savunma ilk yarı hatasız, ikinci yarı ise takımın geriye yaslanması sonucu biraz tedirgin oynadı. Lugano takıma girdiğinden beri Manisa maçını saymazsak takım gol yemiyor.. ''İyi savunma şampiyon yapar''
İkinci yarıda takım nedendir bilinmez çok geri çekildi. Beşiktaş topla daha fazla oynar göründü ama aktif alanda çok da etkili olamadılar. Fenerbahçe baskıyı görünce golün bağırarak geleceği de aşikardı. İlk pozisyonda penaltıyı atlayan hakem ikincisinde tereddütsüz penaltıyı verdi. Bana göre tam bir diyetti. Lugano bile onu anlatıyordu hakeme.. Bilica'nın ceza alanında rakibe afedersiniz ama kazma gibi taban kaldırması da kendisi açısından alışılagelmiş bir durum haline geldi. Bu zamana kadar en az beş tane hareket görmüşümdür bunun gibi. Kendi kazmalıklarını toprağı eşeleyerek kapatmaya çalışması ise tam bir faciaydı.. Mustafa Denizli'nin Uğur İnceman hamlesine karşılık Daum'un hamlesiz kalması ve maçı izleyen bizleri fıtık testine tabi tutması da inanılır gibi değildi. Öyle ki maçın sonunu getiremedik ve 89. dakikada mekandan çıktık. Kalan dakikalarda iki kırmızı çıkmış ki özetlerde izlediğim kadarıyla ikisi de haketmiş..
Alex geldiğinden beri tartışılagelmiştir ama bu adam Fener'e geldiğinden beri ligde Beşiktaş ve Galatasaray'a karşı Fenerbahçe sadece iki maç kaybetmiş. Her çıktığı derbide gol veya asist yapmıştır. Hala bu adam tartışılıyor ya büyük maçların oyuncusu değil diye gel de dellenme..
17 Nisan 2010 Cumartesi
Espanyol:0 Barcelona:0
Bu maçın sonucu için nihayet demek gerekiyor herhalde. Tüm dünya futbolunun çaresizce izlediği Barcelona haftalar sonra belki de en olmadık maçta puan kaybetti. Real Madrid'e de böyle bir kıyağı ancak Katalunya'daki İspanyollar yapabilirdi!!.. Hafta içi oynanacak Inter maçı öncesi Interliler çevirip çevirip bu maçı izlesinler. Mourinho maç öncesinde ''size taktik maktik yok, çıkın Espanyol'un yaptığını yapın'' dese yeridir.
Espanyol gerçekten çok iyi savunma yapmakla birlikte Messi'yi de kilitledi. O muhtelem Barcelona'nın diğer maçlarla karşılaştırılamayacak derecede pozisyon sıkıntısı çekmesi de bunun göstergesiydi. Hatta Espanyol ilk yarının sonunda öyle bir gol kaçırdı ki Victor Valdes çok nadiren görüldüğü üzere Barcelona'ya belki de bir puan kazandırdı. Eğer Madrid bu hafta Valencia'yı yenerse fark 1'e düşüyor. O zaman seyreyleyin cümbüşü...
Band Of Brothers
Herkes kilitlenmiş vaziyette derbiyi bekliyor lakin şahsen beklediğim başka bir şey var ki o da Spielberg'ün Cnbc-e'de yayınlanacak yeni dizisi. Konu yine her zamanki gibi 2. Dünya Savaşı. Ne bereketli savaşmış arkadaş, anlata anlata bitiremediler.
En başta şunu söylemek gerekiyor ki Amerikalılar bu işi iyi kıvırıyor. Her savaştan, her tarihsel gerçeklikten kendi mitlerini yaratabiliyorlar. Hatta Vietnam bataklığından bile bir ''Platoon'' gibi bir film çıkarıp ödüllere boğabiliyorlar o filmi. Bugün 2. Dünya Savaşı hakkında sayısız film ve dizi vardır. Ve bunu da izlenebilir kılıyorlar. Film yapmak kadar pr dediğimiz olayın da önemi böylece ortaya çıkmış oluyor.
Spielberg'ün o döneme olan ilgisi kişisel bir şey midir yoksa malum lobilerin o dönemde yaşanmış bazı felaketleri süreki göz önünde tutmak amacıyla kaşıması mıdır bilemiyorum. Lakin şunu biliyorum ki sinematografik açıdan sinema tarihinin en önemli yapıtlarını ortaya koyuyorlar.
Band Of Brothers da The Pacific gibi 10 bölümden oluşuyor. İlk bölümü saymazsak hemen her bölümde bir askerin hikayesi anlatılır fakat arka planda savaş vardır. Savaşın en aksiyonlu, en dramatik sahneleri de görülebilmektedir. Her asker birer kahramandır. Hiçbir şekilde savaştan kaçmazlar hatta Almanlar'ın kıçlarını tekmelemek için heyecanla savaşa katılıp Easy bölüğünde bir araya gelmişlerdir.. Savaş sırasında aralarında kardeşlikten de öte bir bağ oluşur. Savaşta kaybettikleri arkadaşlarının yerine gelen yedekleri bile dışlarlar. Asla teslim olmazlar. Nöbette bir an olsun uyumazlar. Bastogne'da aylarca kış kıyamette tilki deliklerinde kalırlar fakat bir adım gerilemezler.. (Ki olayın doğru olduğu, Almanlar'ın Bastogne'deki paraşütçü birliğini bir türlü geçemediği bilinmektedir.)
İyi komutan- kötü komutan vardır. İlk bölümde eğitim veren Sobel köyütü, Dick Winters ise tam tersi iyiyi temsil eder. Kötü, her Amerikan yapmında olduğu gibi sonunda cezalandırılır. Savaş boyunca Sobel yüzbaşı rütbesinde kalırken, Winters binbaşı olmuştur. Winters, dizinin son bölümünde Sobel'i öyle bir morartır ki izleyenlerin yağları erir. 9. bölüm daha öncede bahsettiğim gibi sadece toplama kamplarından görüntülere ayrılmıştır. Savaşın sonu ile dizinin sonu bu olayda birleşmiştir. Yine Amerikalılar dünyayı kurtarmıştır. E tabi bu kadar tek taraflı propaganda olmaz, bazen de günah çıkarmak gerekir. Amerikalı bir asker Almanya'ya doğru ilerlerken teslim olan Almanlar'ı görür ve ''Neden buradayız, neden sizin topraklarınıza ilerliyoruz, lanet savaşınız yüzünden'' gibisinden bir şeyler zırvalar. Bana göre dizinin en gereksiz bölümlerinden biridir.
Son bölümde Almanlar tamamen teslim olmuştur. Alman general askerlerine hitap eder, Amerikalı komutan da generalin ne söylediğinin tercüme edilmesini ister. Generalin konuşmaları aslında Amerikalıların yaşadıklarıyla hemen hemen benzerdir. Savaş iki taraf için de aynı koşullar içerisinde yaşanmıştır. Suçlu yoktur. Onlar sadece kendilerine verilen görevi yapmışlardır. Savaşmışlar ve kaybetmişlerdir. Generalin son sözü ise dizinin en önemli mesajını verir. ''Hepiniz barış ve huzur dolu mutlu bir hayatı hakediyorsunuz''...
Dizinin en çok hoşuma giden taraflarından biri de o savaşı yaşamış ve diziye konu olmuş gerçek karakterlerin konuşmaları. Carentan'da yaşanılanların anlatıldığı 3. bölüm başlamadan evvel o savaşa katılmış askerlerin konuşmları diziyi daha da izlenir kılıyor. Veya Bastogne'da kalmış, o günleri görmüş askerlerin anlattıkları..
Dizinin sonunda, Easy bölüğüne katılıp savaşa gelenlerin savaş sonrası neler yaptıkları anlatılıyor ki bana göre dizinin en muhteşem bölümleri. Der Untergang filminde de böyle bir bölüm vardı filmin sonunda... Dizideki favori karakterin kim derseniz, ''Ronald Spiers'' derim..
13 Nisan 2010 Salı
Sen Başkasın!!
11 Nisan 2010 Pazar
Klasik El Clasico
Malumun İlanı desek çok mu iddialı bir laf etmiş olurum bilmiyorum ama son yıllara bakıldığında El Clasico'da bariz bir Barça üstünlüğü görülüyor. Hatta son 4 maçı kaybetmemesinin yanında yediği gol sayısı da 2. O da meşhur 6-2 'lik maçtan!!!
Maç daha çok Messi-Ronaldo çekişmesi gibi görülüyordu. Messi yine rakibini tokatladı fakat bana kalırsa Messi'nin bunu başarmasının sırrı Xavi'deydi. Ronaldo'nun sıkıntısı Xavi'nin muadili olarak Gago'nun takımında yer alması!. E bu da bu maç özelinde belirleyici bir faktör oluyor. Maç tam bir futbol şöleni gibi geçmese de biz Barçaseverleri oldukça ihya etti. Atılan gollerde Xavi'nin inanılmaz pasları gollerin önüne geçti. İlk golde Messi ikinci golde de Pedro, topu alışları ve ilerleyişleriyle rakiplerini kilit durumda bıraktı. Casillas ne yapsın bu toplarda? Gol vuruşları şahaneydi.. 2.gol öncesindeki yaklaşık 25-30 pası da görmek lazım. Karşıdaki takım Real Madrid.. Guardiola'nın Messi'yi rakip stoperlerin arasına atması ilk başta bize hatalı göründü. Maç içerisinde gördük ki Messi sürekli ortaya gelerek top aldı, yüzünü kaleye dönüp tehlike yaratmaya çalıştı. Puyol'un Alves'in yerine geçmesi doğru olabilir fakat yerine de Milito'nun oynaması bir o kadar da hatalıydı. Bu Milito yakacak bir gün bu takımı. Ahanda yazdım buraya...
Mourinho muhtemeldir ki tüm Inter kasaplarını maça hazırlıyordur. Bilemedin 0-0-0 taktiğini sahaya yansıtacaktır. Hiçbir oyuncusuz!! 11 kaleci:))
Maçın en önemli anı elbette Van Der Vaart'ın kaçırdığı pozisyondu. Çizgiyi geçse belki de Madrid bir beraberlik koparıp ilerki haftalar için pusuya yatabilirdi. Barça bu maçı kazanarak hem rakibini Madrid medyasının önüne attı hem de psikolojik olarak saha dışında 1-0 önce geçti. Guardiola Madrid'e karşı üstüste 4 maç kazanan ilk teknik adam olmuş. Geçen sene kazanmadığı kupa kalmamış bir adam için pek de önemli olmayan bir başarı olsa gerek!!
6 Nisan 2010 Salı
Barcelona:4 Arsenal:1 Star Tv:0
Gün boyunca koparılan kıyametlere, gönderilen onca tepki telefonlarına ve maillerine kayıtsız kalmanın, seyirciyi hiçe saymanın, küçük reyting hesaplarının peşinde koşmanın cezası bu olmalıydı. Oldu da. Güzel oldu hem de. Bir kanal yönetimi ticari olarak bombayı kendi elinde nasıl patlatır bunun çok güzel bir örneğini gördük. Aynı şekilde final maçının yerine de abuk dizilerinizden birini yayınlayabilirsiniz. İnternet saolsun ne biz Messisiz, Barçasız kalırız ne siz Papatyamsız, Cümbür Cemaat Ailesiz kalırsınız!!!
Messi.. Futbol dünyasında benim gördüğüm 10 numaralar içinde 10'un en çok yakıştığı 10 numara. O golleri sanki Arsenal kalesine değil de Star Tv kalesine attı gibi geldi bana maç boyunca. Satılmış futbol dünyasının aç gözlü, reyting kölesi yöneticilerine atarcasına..
Almunia'ya karşı bir garezi mi vardır bilemiyorum ama izlediğim iki maçta da Messi, bu adama hep tek taraflı taarruzlar yaptı. Haksız rekabete giriyor bazen yaptıkları. İnsanlık onurunu zedeler hareketlerde de bulunuyor. Yakında futbolu çirkinleştirdiği bile söylenirse şaşırmayın. Bu adamı bir de Süper Lig topçuları ile kıyaslamıyorlar mı? Nerede mantık, nerede göz, nerede nizam..
5 Nisan 2010 Pazartesi
Spielberg, Tom Hanks ve 2.Dünya Savaşı
Son zamanlarda Cnbc-e'de sürekli tanıtımları dönüyor The Pacific'in.. Yapımcılığını Spielberg ve Tom Hanks üstlenmiş yine. Band Of Brothers'ın tam tersi istikamette olanları bu defa ekrana taşımış. Yine 10 bölümlük bir yapım. Spielberg, Schindler's List ile başladığı ''Savaş Pornosu'' koleksiyonuna bir yenisini daha eklemiş.
Band Of Brothers üzerine uzun uzadıya bir şeyler karalarız vaktimiz olursa. Lakin merka ettiğim başka bir konu var. Band Of Brothers'ın 9. bölümünde(Why We Fight) Amerikalı askerler bir toplama kampına girer, öldürüldükten sonra yakılmış ya da yakılmak üzere bırakılan cesetlerle karşılaşır. O bilindik görüntüler ekrandadır. Fonda Discovey Of The Camp çalar. Drama tavandadır. Almanlar resmen itin kuyruk sokumuna sokulmuştur. Bakalım bu yeni dizide sevgili yönetmen Japonya'ya atılan atom bombalarından, Avrupa Cephesi'nin tam tersi istikamette yaşanan dramdan bahsedecekler mi? Spielberg adamsa bundan da bahsetsin!!
4 Nisan 2010 Pazar
Spor Kulübü
''Bu akşamki maç ne olur?'' dediğimde arkadaşlardan hep aynı tepkiyi aldım. Kupayı alırız... Fenerbahçeliler'in aklında final maçı vardı. Kayseri maçından bahsedilmiyordu bile. Türkiye'de tüm takımların sonuna ''Spor'' ibaresi eklenmiştir fakat o takımların futbol dışında bir sporla ilgileneni çok azdır. Fenerbahçe bu akşam bunu yaşattı taraftarına.
İlk iki set sonunda her şey bitti derken Fenerbahçe var gücüyle maça asıldı. 2-2 oldu. Voleybolun tekniğini, taktiğini pek bilmem ama bildiğim tüm oyuncuların yürekten mücadele ettiğiydi. Ti-brek'te kötü başlangıç maçın karşı tarafa gitmesine neden oldu. Aslında yine bilindik huyumuz ortaya çıktı. Finali oynayamadık. Bu noktaya gelene kadar emeği geçen herkese teşekkür etmek lazım..
Kayseri maçının özetidir bu kare. Bu sezon çok az gördüğümüz üzere Fenerbahçe, Kayseri gibi ligin iyi takımlarından birini sahadan sildi. İkinci yarı voleybol maçına döndüğüm için ilk yarı izlediğim kadarıyla sezonun en iyi maçıydı. Gözlerime inanmak çok zordu. Orta sahada Kayseri'ye inanılmaz bir baskı, hatta rakip ceza yayının etrafında bir topa 4 kişi birden basıyordu. Taraftar o an stadı yıkacak gibi oldu. İzlemek istedikleri muhteşem çalımlar ya da jeneriklik goller değildi. Buydu işte. Forma için, taraftar için mücadele. Adım gibi biliyorum ki bu maçı Fenerbahçe kaybetse de alkışlarla bu stadı terkederdi. Bu mücedeleden sonra kimse çıkıp da bir şey diyemezdi.
Gökhan Ünal'ın Fenerbahçe adına ilk golünü eski takımına atması ise akşamın ilginç noktalarından biriydi. Mehmet Topuz sezonun belki de en iyi maçını oynadı. Gökhan Gönül, Emre, Lugano Santos ve diğerleri.. Düşünün ki şöyle bir maçta Alex lafı hiç geçmedi.. O kadar yüksek bir tempoda oynandı ki maç Alex'i kimse aramadı.. Beşiktaş maçı için belki çok erken ama haftayı boş geçecek olmak, tam da ritmini bulmuş bu takım için biraz dezavantaj olacak gibi görünüyor.
Nou Camp'ın Bücürleri
Bu maç pivot santrfor tabirinin aslında ne kadar boş bir tabir olduğunu gözümüze gözümüze sokmutur. Bojan, Jeffren, Messi, Pedro.. Yıllardır futbolumuzda ''kaleye sırtı dönük oynayabilen'' adı altında bir futbolcu güruhu bulunmaktadır. Bunların işi gücü rakip kaleciye sırtını göstermektir. Hatta bu tipte olmayan forvetler genelde aforoz edilmiştir. Yedek kulübesinden çıkamaz olmuştur. Fakat dünkü Barça, futbolumuzun bu acı gerçeğini adeta taça atmıştır. Boyları en fazla 1.70'lik topçularla Bilbao kalesini sallamışlardır. Ülkemiz topçularının geneli, ilerdeki bu sırtı dönük oyuncuya, mütemadiyen top şişirmekte ve onun 7 kişi arasından yükselip kafayla topu ağlara göndermesini beklemektedirler. Karşı taraf da bu gelen topları güdümlü füze misali kalelerinden 80 metre ileri teperek savunma yapmaktadırlar. Her zaman söylediğim üzere de orta sahaların kullanılmadığı bir futbol kültürü oluşur böylece.. Evet Barça'da da ileride tek forvet oynayabilen ve kafa toplarına hakim bir oyuncu vardır. Lakin hiçbir zaman İbra'ya bam-güm top şişirildiği görülmemiştir.
Dünkü maçta da olduğu gibi top sürekli rakip 18'in oralarda gezdirilmekte, fırsatı bulunduğunda ara paslarla rakip defans bakkala gönderilmektedir. Atılan 4 golün de hemen hepsi bu şekilde gelmiştir. Pedro'nun olmadığı kadroda Jeffren en az onun kadar iyi oynamıştır. Zaten ilk izlediğimde ''bu adamda iş var'' dedirtmiştir(Kıtalararası kupa maçı). Puyol başlı başına bir paragraf konusudur. Forma aşkının karşılığıdır. Bunun yanında Bilbao kötü mü oynamıştır. Asla.. Onlar da en 4-5 tane net gol pozisyonu bulmuştur. Atamamışlardır. Maçı izleyenler maçın 4-4 bitme ihtimalinin de olduğunu görmüşlerdir.
Arsenal maçı öncesi yedek ağırlıklı bir kadro ile çıkan Barça, her ne kadar öyle gözükse de Arsenal maçına da bundan daha iyi bir 11 ile çıkamayacaktır. Defansta Pique ve Puyol, ilerde de İbra oynayamayacaklar son bilgilere göre. Jeffren'in yerine muhtemeldir ki Pedro oynayacak. Belki Iniesta takıma katılabilir. Milito'nun yanında eğer sakat değilse muhtemeldir ki Marquez oynayacaktır. O zaman Arsenal'in genç ve hızlı forvetlerinin Barça defansına neler yapacağını göreceğiz...
31 Mart 2010 Çarşamba
Gunners!!!
Puyol'un kırmızı kartı bu turun kaderini değiştiren andır.. Devamı kısmetse yarına...
.......
Puyol'un kırmızı kartı kadar Walcott'un oyuna girişi de oyunun kırılma anlarındandı. Zaten ''Arshavin'ın Barça'nın peşinde koşturmaktan perişan olup sakatlandığı anda girmeliydi oyuna bu hızlı bücür'' diye düşünmüştük ki Wenger'in Eboue hamlesini gördük. Ne iş, ne alaka filan derken Fransız futbol bilgininin biz izleyici grubunu mat edişine şahit olduk. Barça'nın topa bu kadar hakim olup bir anda oyundan bu kadar düşmesine gerçekten anlam yükleyemedik. Her güzelin bir kusuru vardır deyip geçtik.. Pique'nin kartı görüp cezalı durumuna düşmesinden sonra Puyol'un da önümüzdeki haftayı pas geçecek olması belki de tüm dünyaca ''turun favorisi ve kupanın sahibi Barça'' düşüncesinin yerle yeksan olmasına neden olacak..
İlk 15 dakikadaki 6 isabetli 9 şut ve zannedersem %70'lere varan topla oynama yüzdesi Arsenal'in gençlerinin parça pinçik olacaklarının en büyük göstergesiydi.. İnsan evladının hiç layık olmadığı muamelelere maruz kalan Arsenal takımı sadece Nasri ile direnebildi. Saniyeler içinde 3 gollük şutu çıkaran Almunia'yı da buna ekleyebiliriz belki. Yediği iki gol de Gallas'ın yerine geçen Song'un İbra'yı kaçırması sonucu oluştu. İlkinde kaleden açılıp topu tayyare misali seyrederken, ikincisinde çıkmayıp topu filelerin tavanında gördü. Çıksa bir dert, çıkmasa da..
Messi'yi takip etmekten diğerlerine bakmaya pek fırsat olmadı ama Walcott dediğim gibi hepsini gölgede bıraktı. Barça'nın sol tarafına bir tek ray döşemediği kaldı. İkinci maça ilk onbir başlarsa tur her iki tarafa da gidip gelebilir... Her Barça maçında olduğumuz üzere uğurlu mekanımızdan aktarabildiklerimiz şimdilik bu kadar.. Rövanşta görüşmek üzere...
28 Mart 2010 Pazar
Galatasaray:0 Fenerbahçe:1
Bu maç özelinde söylenebilecek en güzel temenni, bundan sonraki derbi maçları için milat olması. Özhan Canaydın'ın sağlığında göremediği güzellikte olaylar yaşandı. Rakip takım ilk kez ıslıklar arasında değil alkışlanarak sahaya çıktı. Bir vefatın bu derece güzelliklere yol açabilmesi de herhalde bu üzücü olayın tek güzel yanıydı..
Maç için aslında söylenecek çok fazla bir şey yok. Fenerbahçe son yıllarda en iyi yaptığı işi yine yaptı. Büyük maçları sakin oynadı. Sakin oynamaktan kasıt, elbette topu ayağa oynayarak rakibi yıldırmak şeklinde değil, ileriye topları dan-dun şişirerek tepme şeklinde gerçekleşti. Bu tip durumlarda dönen topları alıp hücuma çıkması gereken rakip de çok fazla istekli olmayınca ortaya zevksiz, sıkıcı, orta sahaların kullanılmadığı, itiş kakış içinde bir maç çıktı. Maçın çok net iki pozisyonunu da Galatasaray yakaladı. Fenerbahçe ise yarım bile olamayacak bir pozisyondan maçı kazandı. Golü atanın Selçuk Şahin olması ise sahada oynanan absürd futbolun bir göstergesiydi. O ana kadar Galatasaray'ın en iyi adamı rolündeki Selçuk, yaklaşık 32-33 metreden kaleyi buldu. Böyle bir golünü de deplasmanda Lyon'a atmıştı 2005'te.. Ehh artık önümüzdeki seneyi garantiye aldı diyebiliriz. Her hali Baroni'den daha iyidir o ayrı mevzu..
Volkan'ın son dakikalardaki kurtarışı sırasında maçı beraber izlediğim güruhta derin bir sessizlik oluştu. Kimisi şutun güzelliğine hayran kaldı, kimisi ''ulen bu top nasıl çıktı'' sorusunun cevabını arıyordu. Velhasıl bir derbi daha böyle geçti..
22 Mart 2010 Pazartesi
Aman Yağmur Yağmasın!!
Tribünden bir bardak suyun ayaklarına yaklaşık 2 metre mesafede patlamasından sonra topuğuna su sıçrayan Keita kardeşimiz, kendini yerlere atmış, magnumla vurulmuş gibi yerde debelenmiştir. Görülmüştür ki Keita'nın topuğuna herhangi bir yabancı cisim gelmemiş sadece su sıçramıştır. Keita o kadar debelenmiştir ki maçı izleyen herkes ''yuhh be ipneliğin de bu kadarı'' demiştir. Sahaya su şisesi atmak elbette ki yanlıştır. Lakin sahada maç henüz başlamışken olmadık işlere bulaşmak olsa olsa rakipten korkup saha dışında maçı kazanma düşüncesidir. Olmamıştır haliyle. Keita tüm Türkiye'nin gözünde sahtekar ve komik duruma düşmüştür. Biz de düşünmüşüzdür acep yağmur yağsa hali nice olurdu bu safkan yalancının..
Dün geceki % 100 Futbol'da Güntekin Onay öyle bir laf etmiştir ki bu konu hakkında yoruma gerek bile bırakmamıştır. ''Erkek adama yakışmayacak hareketler'' lafı benim bildiğim ilk kez profosyenel bir futbolcu için kullanılmıştır. Bu Keita için yeterdir.
21 Mart 2010 Pazar
Fenerbahçe:1 Gaziantepspor:0
Hayatımda belki de ilk kez pozisyonsuz bir maç izledim. Gerçek manada gol pozisyonu yoktu maçta. Maçı izlerken insan düşünmeden edemiyor, Lig Tv çalışanları bu maçın özetini nasıl hazırlayacak diye.. Hakikaten 3 dakikalık görüntüler için kullanılabilecek tek şey Güiza'nın muhteşem ötesi golü.. Futbol adına başka hiçbir şey yok..
Takım geçen haftanın tam tersine inanılmaz mücadele etti. Gaziantep gibi bu ligin en iyi top yapan takımlarından birine karşı 0 (yazıyla sıfır) pozisyon verdi. Emre bu maçta tekmeye kafa sokmak tabirinin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Onunla beraber takımın geri kalanları da iyi mücadele ettiler, bir topa 3 kişinin bastığını gördük zaman zaman. Ama ilerde iş yapması beklenen futbolcuların tamamı çok kötüydü. Takım rakip ceza yayına kadar götürdüğü topu bir türlü istediği şekilde kullanamadı. takım. Bunda en büyük etken tabi ki Alex'ti. Yine hayalet olduğu maçlardan birini atlattı kaptan. Özer tam hazır değildi. Mehmet Topuz mücadele bakımından iyi ama hücum açısından çok yetersizdi. En başta da söylediğim gibi Güiza'nın golü gecenin futbol açısından tek ve en güzel hareketiydi. Top giderken gol olacağını açıkça belli etmişti. İnanılmaz goller kaçırıyor, hepimizin ömründen bir kaç sene alıp götürüyor ama attığı zaman da böyle satırlarca yazı yazdırabiliyor bu adam. Uç noktalarda yaşamak herhalde böyle bir şey..
Ehh bu futbola yazılacak çok fazla şey bulamadım. Haftaya büyük maç var. Takım toparlanıyor, bu iyi bir gösterge fakat Ali Sami Yen'de orta saha Deniz-Selçuk ikilisine kalmamalı.. Böyle bir durumda maçın Fenerbahçe ceza yayı üzerinde oynandığını görmek sürpriz olmaz.. Mutlak Emre oynamalı. Ufak bir sakatlık nedeniyle dün maçı yarım bıraktı. Derbinin hem Galatasaray hem de Fenerbahçe adına kilit adamıdır şu an itibarı ile.. Ha bir de unutmadan,
17 Mart 2010 Çarşamba
Bear Grylls
Edward Michael Grylls.. Türkçe bilinen ismiyle Ayı Grylls.. Kendisi emekli bir ''Sas'' mensubudur. Tatbikat gereği yapılan bir atlayış sırasında paraşütünün yırtılması sonucu yere olması gerekenden daha hızlı bir biçimde düşmüş ve omurgası 3 yerinden zedelenmiştir. Sonucunda da malulen emekli olmuştur. Lakin bizim Grylls ''ulen ben ekşından uzak kalacak adam değilim'' diyerek kendini dağa, bayıra, çöle, yağmur ormanlarına atmıştır. Yanına Discovery Channel'dan da bir ekip alarak o vadi senin bu ova benim karış karış dolaşmış, tamamen doğal yollardan hayatta kalmaya çabalamış, medeniyete ulaşmaya çalışmıştır. Programının ismi ''Ultimate Survival''dır. İnanılmaz Kurtuluş...
Kendisi poşet mideli sözünün tam da karşılığıdır. Doğal hayatta karşısına ne çıkarsa hiç çekinmeden ağzına ataraktan mideye indirmektedir. Zaten programın en ilgi çekici yanlarından birisi budur. Akrepler, yılanlar, kurbağalar, zebra ve ceylan leşleri, sığır gözü ve hatta deve dışkısı bu arkadaşın geniş mönüsünde bulunmaktadır. Çölde hayatta kalmaya çalıştığı bir bölümde afedersiniz sidiğiyle serinlemeye çalışmıştır. Ortamda sıcaklık 60C olunca çok da mantıksız değil açıkcası!! Yine aynı bölümde deve dışkısının suyunu içmiş, çöl yerlisinin eline tutuşturduğu bir billuru ise yedikten sonra kusmuştur. Billurun ne olduğunu açıklamama gerek yok herhalde.. Yukardaki resimde kendisi Sibirya'da fink atmaktadır. Avcıların avladığı bir hayvanın kanını içerekten yoluna devam etmiştir. Aynı hayvanın göz bebeklerini de çiğ çiğ mideye indirmiştir. Bu kadar iğrençliği yaparken elbette yanında her an müdahele etmek için hazır bekleyen bir ekip vardır. Programı çekmeden önce çeşitli aşılar olduğu söylenmektedir. Ve hatta gösterdiği onca kanyonun, vadinin, şelalenin aslında o kadar da korkutucu olmadığı bazı kişilerce kanıtlanmıştır. Örneğin Türkiye'ye uğradığı bir bölümde Toroslardan Ürgüp'e kadar yürümüştür ve etrafta bulduğu börtü böcekle hayatta kalmıştır. O kadar mesafeyi geçtim de Ürgüp'te hiç mi adam gibi bir restoran bulamadın arkadaş? O kadar turistik mekanı da hayatta kalmanın en zor olduğu yerlerden biri gibi gösterdin ya helal olsun..
Kendisi program başına yaklaşık 10.000 Sterlin almaktadır. Yediği once pisliğe, yaşadığı rezilliğe değer mi bilinmez.. Hani karısı varsa bu adamın Allah kolaylık versin. Koynuna almazsın böylesini.. Ayrıca fena halde Francesco Totti'ye benzemektedir... Bana soracak olursanız hala ''Sas'' için çalışmaktadır. Gittiği memleketlerin coğrafi yapısını program yapıyorum ayağına karış karış ezberlemektedir. Kuzey Dakotalı David'in amca oğludur. Böylesine de komplocuyum..
13 Mart 2010 Cumartesi
Kabir Azabı Gibi Bir Maç
''Neresinden tutsam elimde kalıyor'' misali neresini nasıl anlatacağız ki bu maçın. Koskoca Fenerbahçe Alex'e endekslenmiş, o varsa pozisyon da var az buçuk futbol da. O yoksa ne pozisyon var, ne futbol var.. Orta sahada itiş-kakış, ileriye şişirilen amaçsız toplar, 3 metre yanındakine verilemeyen paslar, isabetsiz şutlar. Gökhan Ünal, Semih, ve Güizalı forvet hattının(her ne kadar Güiza oynamasa da) dakika 70'lerdeki istatistiğinde şut isabeti 0'dı. Yazıyla sıfır. Vederson, Emre, Mehmet Topuz gibi şutör adamları da saymıyorum bu arada. Rakibin gol atmaya niyeti yok, Fenerbahçe'de de durum bu olunca ortaya böyle bir maç çıkıyor işte. İzlemediyseniz çok şey kaçırmadınız yani..
Maçın en güzel yanı son haftalarda olduğu gibi yine taraftarlardı. Sadece Emre onların varlığından haberdardı. Zaten maçı izleyenler de görmüşlerdir ki sahadaki tek farklı beyaz forma Emre'nin üzerindeydi. Diğerlerinin içi boş bırakılmıştı. Bugünkü frikiklerden sonra unutmadan şunu da söylemek lazım ki ''Fenerbahçe'de duran topları çok etkili kullanan futbolcular var'' geyiğini bir daha birinden duyarsam ıslak odunla döveceğim...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)