31 Ekim 2009 Cumartesi
Ender Gelişen Osasuna Atakları
Futbolun en acı kuralı bu defa Barcelona'yı kurban seçti. Osasuna deplasmanında +91'e 0-1 önde girdikleri, son dakikalar içinde net 3 gol pozisyonuna girip atamadıkları maçta Barça son dakikada yediği golle 1-1 berabere kaldı.
İşin en acı tarafı ise o kadar pozisyona girip atamayan Barça'nın yediği golü rakibin değil kendi defans oyuncusu Pique'nin atmasıydı. Golün gelişiminde Marquez'in Servet Çetinvari bir biçimde topla adam arasına girmek isterken topu kaptırmasının rolü büyüktü. Topu kapan Osasunalı oyuncunun ortasında Pique forvetteki arkadaşlarına ''gol öyle atılmaz böyle atılır'' diyerek topu kendi kalesine gönderdi... (bkz: çanlar kimin için çalıyor)
Acun Ilıcalı Var mısın Yok musun adlı programında Bruce Willis'i konuk ederek olayı farklı bir boyuta taşımıştır artık. Bunun bir sonraki adımı Obama'nın Var mısın Yok musun'a katılarak kutu açtırmasıdır. Global kriz yarışmadaki kutu açan elemanların insan üstü mantık yürütmeleriyle aşılabilecektir...
25 Ekim 2009 Pazar
Fenerbahçe:3 Galatasaray:1
Geçen seneki maçta olaylar saha içinde başlayıp inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Bu maçta daha başlamadan olaylar cereyan etti. Ulen ne zorun var önünde ilerleyen adamı itiyorsun? Arda da bir ayrı alem. Olayın üzerinden dakikalar geçmiş, Cristian'a ''o...... çocuğu'' diyerekten söve söve geliyor.. Ortam bir anda karıştı, sadece Aydın Yılmaz'ın yerlere savrulduğunu gördüm. Adamı çuval gibi attılar bir kenara.(Zannedersem Kazım'dı)
Maç adına yakışır bir mücadele barındırdı ama iyi bir maç mıydı derseniz hayır derim. Fenerbahçe çok mücadeleci bir orta sahayla maça çıktı. Çok koştu, çok top kaybetti ama Galatasaray da bu topları iyi değerlendiremedi. Girdikleri en net gol pozisyonu maçın sonlarına doğru Aydın Yılmaz'ın pozisyonuydu. R. Carlos ve Vederson Keita'yı, Gökhan Gönül ve Mehmet Topuz da Arda'yı etkisizleştirdi. Carlos'un Keita karşısında çok yetersiz kalacağı konuşuluyordu ama maç içinde gördük ki yetersiz kalan Keita oldu. Sonunda baktı ki olmuyor çaktı kroşeyi. Kırmızı karttan sonra da maç tamamen Fenerbahçe'nin oldu. Zaten bu Kadıköy'deki Galatasaray maçlarında Galatasaraylı futbolcular anlamlandıramadığım şekilde stresli oluyorlar. Herkes bir sövme-sayma halinde. Arda söver, Hakan Balta ''akıllı ol a... korum'' der, Elano Ayhan'a fuck off der.. Keita futbolu boksla karıştırır v.s v.s..
Maçtan önce iki takımın da en büyük problemi defanslarıydı. Daha az hata yapan kazandı. Servet ve Gökhan Zan'a rakip forvetle birlikte orta sahadan bir oyuncu daha pres yaptığında mutlaka topu kaybettiler ve gol pozisyonuna sebep oldular. Fenerbahçe adına tek eksi nokta Kazım'ın forvet oynamasıydı. Kendisi rakip stoperlere adeta ''savunma oyuncusu nasıl olur'' dersi verdi. Her topta hücum faul yaptı.(ki hakem sırf yaptığı hücum fauller yüzünden faul olmayan bir pozisyonda faul verdi) Attığı şutlarla kaç tane karganın canına kıydı bilinmez. Bu adama Daum nasıl dayandı 70 dakika ben anlayamadım..
Maç 2-1'e geldiğinde ibre o kadar Galatasaray'a dönmüştü ki izlediğim mekandaki herkes maçın yeniden başladığını düşünüyordu. O anda Fenerbahçe'nin imdadına Keita yetişti. Faulde o hareketi yapmasa hem Carlos sarı kart görecek, hem de rakibini oyundan düşürecekti. Fenerbahçeli oyuncuların yapamadığını Keita yaptı. Güiza kaldığı yerden devam etti, kale önünden topu dışarı attı. Aydın Yılmaz'ın son dakikalardaki pozisyonu gol olsa muhtemelen şu anda tefe konuluyor olurdu. Ve maçın son anlarında topuğuyla(rakibin de müdahelesiyle) skoru belirledi. Zaten bir takım Güiza'dan hem de topukla gol yiyorsa o maç çoktan bitmiş demektir..
Rijkaard'ın tercihleri maçın gidişatına direkt etki etti. Elano ve Arda beklenmedik şekilde etkisiz kalınca herkesin gözü Kewell'a döndü. Maça girdiğinde de kendini belli etti. Sahasında bekleyen Fenerbahçe artık hiç çıkamadı. Keita'nın kırmızı kartı olmasa Kewell bu maçı tek başına çevirebilirdi. İlk on bir başlasa bu maç böyle mi giderdi? Bence çok farklı olurdu.
Hakem için ortada bir maçtı. Benim gördüğüm kadarıyla penaltı pozisyonunda haklıydı. Kazım'a yanlış bir faul ve Güiza'ya yanlış bir ofsayt verdi. Keita'nın kartı ise hiç tartışılmazdı. Seyirci için de bir şeyler söylemek lazım. Maç başlamadan hakemin kafasını yarıyorsunuz, muhtemeldir ki saha bir kaç maç kapanacak. Sonrasında da 1-0 öndeyken ne diya sahaya yabancı madde atarsınız? Suçu iyice katmerlersiniz?
22 Ekim 2009 Perşembe
Steaua Bükreş:0 - Fenerbahçe:1
Türk televizyonculuk tarihinde bu maçla birlikte bir ilk yaşandı ve platformlar arası savaş çıktı. Maçın ağlamaklı ve papağan huylu spikeri sürekli olarak, '' telif haklarını hiçe sayarak bu maçı yayınlayan diğer dijital platform hakkında gerekli hukuki işlemler yapılacaktır. Yayınlamasana lan maçımızı böhü böhü böhü'' şeklinde veryansın ederek, hem bizi dumurlara sevk etmiş, hem maç zevkimizin içine itina ile etmiş, yayıncılık konusunda da level atlamıştır.
İşin garibi kendini spiker zanneden bu arkadaş sürekli olarak usulsüzlüklerden dem vururken, yukarıda da göreceğiniz üzere Tnt'nin web sitesinde maçın Digitürk üzerinden de yayınlanacağı açıklanıyor. D-smart böylece yılın golünü kendi kalesine atıyor. Kaldı ki sürekli olarak haktan, hukuktan bahseden bu yayın katilleri, sene başından beri yaptıkları usulsüzlükler ve maç yayınlarının içine etmeleri ile çoktan sağlam bir tazminat davasını hak etmişti. Spikerin her anonsundan sonra benim içimdeki Digitürk aşkı daha bir depreşti. Ahh dedim şimdi evimde bir Digitürk olmalıydı ve ben de bu zevke ortak olmalıydım. Bana sorarsanız bu işte usulsüzlük yok, iş bilmezlik ve beceriksizlik var. Zaten D-smart'ı D-smar't şeklinde yazanlardan ne yayıncılık ne de beceri beklememek lazım..
E tabi maç boyunca ekranın üzerine binen logolardan ve altyazılardan hatta üst yazılardan da bahsetmek gerek. Ulan yuhh artık.. Uefa, Şampiyonlar Ligi yayın hakları konusunda bu kadar titiz davranırken Kupa-2'nin yayın haklarını nasıl bu hale sokabiliyor anlamıyorum. Ulen adamlar bildiğimiz sidik yarışına çevirdiler olayı. Önce koskoca bir logo(Ki bunun yüzünden golü bile zor gördük), sonra altyazı o da yetmedi üstyazı. Yahu senin bilmem kimle problemin varsa ben bunu maç içinde yüzlerce kez dinlemek zorunda mıyım? Kaldı ki ben bu maçı normal antende izledim. Digitürk, D-smart v.s ile hiç alakam yok. Kendi aranızdaki savaştan bana ne? Bu mudur sizin izleyiciye bakış açınız? Spikerlerinizle, yayıncılık anlayışınızla ve izleyiciye bakışınızla tam bir felaketsiniz. Hem de bu ülke futbolunun başına gelen en büyük felaket.. Bambaşkaymışsınız...
Artık bir klasik haline gelen ''Her Avrupa Kupası maçı sonrası D-smart'a giydirme'' seansını da geçtikten sonra maça gelirsek, aslında sene başından beri bas bas bağırdığımız olay buydu. Sene başından beri Fenerbahçe oyunun kontrolünü elinde tutmayıp rakibe veriyordu. Bu maç tam tersi orta sahada sürekli pas yaparak maçın temposunu kendisi ayarladı. Emre ve Özerli orta saha pas yapma konusunda tam bir uzman. Aslında önlerinde iyi bir forvet olsa maç daha farklı bitebilirdi. Tek şanssızlıkları önlerinde Kazım'ın oynamasıydı. Ki Kazım'ın orjini forvet olmasına rağmen... Bu milletin Özer Özer diye kendini yırtmasının nedenini umuyorum ki Herr Daum da anlamıştır. Fenerbahçe'nin son zamanlarda attığı en organize, en muhteşem golün hazırlayıcısı Emre ve Özer'di. Bir de Alex faktörü var tabi. O takıma girince çoğu zaman Özer kendini yedekte buluyor. O zaman da bahsettiğimiz oyun kontrolü buhar oluyor.. Tek maçla karar vermek çok acele bir davranış olacak belki ama bir kaç sene sonrasının Alex'i hali hazırda takımda...
Golden sonra ne olduysa oldu bir ara Steaua bastırıp pozisyonlar yakaladı, maçın temposu rakibin eline geçmişken Daum dahiyane!! bir kararla Özer'i oyundan çıkardı. Eğer hafta sonu oynatma amaçlı olarak çıkarmışsa eyvallah ama öyle değilse???.. Emre ve Özer'in dışında Mehmet Topuz, Gökhan Gönül, bir kaç pozisyonda Volkan günün iyilerindendi. Şu Cristian'a hala bir anlam yükleyememiş bulunmaktayım. Kusuruma bakmayınız.
Edit: Resim artemiofranchi.blogspot.com'dan..
20 Ekim 2009 Salı
Lise Dö Sen Benua v.s Çeliktepe Cengizhan Lisesi
Ne zaman canım sıkılsa açar bu karikatürü incelerim. Her defasında da farklı bir yönünü bulurum. Komiktir. Aslında klasik bir Türkiye portresidir bu karikatür. ''Ağlama Melis'' diyerek birbirlerine sarılmış, okulunun marşını söyleyerek takımını desteklemeye çalışan kolejlilere karşı, sahaya paralel şekilde tribündeki yerini almış, ''mmmss mmssss .... kokuyor'' diyerek rakip taraftarı aşağılayan, davullarla maça gelen Çeliktepeliler..
Sen Benua takımındaki eleman gayet temiz yüzlü ve saçları diktir. Çeliktepeliler ise en az 2 günlük sakal sahibidir ve çorapları baklava desenlidir. ''Haydi beyler şahsi oynamıyoruz'' diyerek mahalledeki maçlarımıza bir selam çakmıştır.
Tribündeki Çeliktepeliler'in kravatları da kafalara sarılmış vaziyettedir. Gözler kısık, takım olabildiğine desteklenmekte, ön taraftaki elemanlardan biri de Sen Benua tribünlerine ''kelle kesme'' işareti yaparak ''akıllı olun'' mesajı vermektedir. Buna karşılık Sen Benua taraftarları ise birbirlerine sarılmış, ağlamaklı şekilde marşlarını söylemeye çalışmaktadır. Sen Benua tribünlerinin önünde İstanbul yazmasına rağmen Çeliktepe tribünlerinin önünde hiçbir şey yazmamaktadır. Onlar tüm Türkiye'nin takımıdır...
Türkiye'nin siyah ve beyaz tarafının en komik, en yaratıcı şekilde yansıtılmış halidir.
18 Ekim 2009 Pazar
Gaziantepspor:2 Fenerbahçe:1
Ben buna 34 hafta sürecek ''Adım adım kanser olma'' diyorum. 34 hafta sonunda eğer kanser ya da en umutsuz hastalıklardan birine yakalanmamışsanız bünyeniz oldukça sağlam, ruh haliniz çok iyi demektir. Hayatta hiçbir şey sizi yıkamaz. Rahat olun..
Ben Fenerbahçe'nin bir golü bu denli bağıra bağıra yediğini, rakibin davul, zurna çalarak gol atmaya geldiğini ilk kez görüyorum. Sezon başından beri, Gençlerbirliği maçını saymazsak bu takım zaten düşük tempolu. Kontrol sürekli rakibin ayaklarında. Bunun temel nedeni de Daum'un ''Bir gol atıp üzerine yatma'' düşüncesidir. Bugün de aynı taktik uygulanmak istenmiştir fakat son dakikalarda ortaya çıkan Souza isimli vatandaş Daum'un planlarını alt-üst etmiştir. Maçta Olcan'ın Fenerbahçe defansı içerisinde vurduğu ve üst direkten dönen top aslında Fenerbahçe'nin durumunu en iyi özetleyecek görüntüydü. 1-0 öndesiniz, savunma yaptığınızı sanıyorsunuz ama rakibin 1.65 hadi bilemedin 1.70'lik adamı senin cehennem zebanisi gibi savunmacılarının arasından kafayı vurabiliyor.. Yani savunma da yapamıyorsunuz.. Takım mücadele ediyor, ama üretkenlik deyince koskoca bir 0...
Semih ilerde yine yalnızları oynadı. Alex de olmayınca hepten bitti. Kazım her zamanki gibi. Kafasına göre takıldı. Bu adam bir maç çok iyi oynayıp diğer maç ruhsuzluğun kitabını yazıyor ya nasıl yapıyor ben de bilmiyorum. Emre çırpınan, didinen yine en göze batan isimdi... Hep söylüyorum ve yine söyleyeceğim. Bu Cristian'ın Selçuk'tan farkı ne? Biri beni aydınlatırsa çok memnun olacağım..
Oyuncu değişiklikleri hakkında da bir kaç şey söylemek lazım. 1-0 öndesiniz ve Bekir'i oyuna alıp Gökhan Gönül'ü çıkarıyorsunuz.. İlahi adalet bu ya hemen ardından cezayı da yiyorsunuz.. Yazık olacak bu adama. Hem asıl yerinde oynamıyor hem de yerine girdiği adam Gökhan Gönül. Taraftar da Gökhan'dan gördüklerini Bekir'den göremeyince yükleniyor da yükleniyor bu adama.. Aç aslanların önüne atsan bundan farklı olmaz herhalde.. Ve düşünün ki bu adam doğru dürüst ısınmadan sahaya giriyor. Yaptığı faul sonrası kazanılan serbest vuruş da gol oluyor. Şimdi suçlu Bekir mi yoksa onu yangından mal kaçırır gibi sahaya süren Herr Daum mu??
Neyse sözü uzatmayalım ve pası Rıdvan Dilmen'e atalım. Şahit olduğum canlı yayın performasına bakalım..
R.D: Fenerbahçe pas yaptı, yaptı yaptı sonunda birinciyi koydu!! Attı yani..
G.O:????!!!!!!
17 Ekim 2009 Cumartesi
Olmaya Devlet Cihanda Bir NEFES Sıhhat Gibi
En başta şunu söylemek gerekiyor ki filmin müziklerini bir yerlerden bulup dinlemek gerekiyor. Ben görüntülerin üzerine müziklerin bu kadar güzel bindiği çok az film hatırlıyorum. Zaten çekimlerde doğal güzellikler olabildiğine ön planda, üzerine bir de müzikler.. Enfes...
Filmde terör faaliyetlerinin en yoğun olduğu 93 dönemi anlatılıyor ama anlatılan şeyler günümüzde de hala geçerli. 93'ten, hatta daha da evvelinden beri biz aynı sorunlarla boğuşuyoruz da zaman gelip geçiyor farkına varamıyoruz. Bence filmin anlattığı en büyük gerçek bu. Tavşana kaç, tazıya tut misali hem terör örgütünü besleyip hem de terörle mücadele konusunda devletle işbirliği yapanlar, aynı etnik kökene sahip iki kişiden birinin terörist, diğerinin asker olup birbirlerine kurşun sıkmaları, komutanla doktorun vatansever-özgürlükçü atışmaları... Hepsi birer gerçeğin yansımalarıydı. Örneğin doktor kod adlı teröristin silahı diğerlerinden farklı olarak Amerikan M16 piyade tüfeğiydi. Fakat silah hiç görünmüyordu. Sadece ekrana yansıyan gölgesinden anlaşılabiliyordu. Belki sürekli işin içinde olup da yüzünü göstermeyen asıl düşmanın yansımasıydı.. Ne dersiniz? Çok mu uçtum??
Meşhur içtima sahnesi için söylenebilecek çok şey yok.. Komutan bir başladı tirat atmaya, bittiğinde nefes aldığımı hissettim. Bu kadar gerçekçilik, bu kadar bizdenlik hakikaten muhteşem.. Film bizden dedim ya şunu da eklemek gerekiyor. Klasik savaş filmlerinden çok çok farklı. Klasik bir savaş filminde nasıldır bilirsiniz. Asker saattlerce nöbet tutar ama asla uyumaz, eksi bilmem kaç derecede nöbettedir, soğuktan tir tir titrer ama gözünü bir an olsun mevziden ayırmaz. Ölürken bile bir şeyler öğretir. Her dialoglarında felsefik bir şeyler vardır. Epiktirler kısaca.(Amerikalılar genelde bu tip kahramanlar yarattıklarından onlardan örnekler verdim) Gerçekçilik işte budur dercesine bizimkiler bunların tam tersi. İnsandırlar çünkü. Kahraman değil. Nöbette uyurlar, üzerine muhteşem bir içtima sahnesi ortaya çıkar, filozofça şeyler söylemezler.. Basittirler. Aileleriyle görüşürler. Hüzünlenirsiniz. Sevgilileriyle tartışırlar, salonda sinirden kızlara dalmaya çalışırsınız. Sülalenizin dibine kibrit suyu diyerek sövmeye başlarsınız.(Benim tepkim şu oldu; ulen bunlar eskiden de böyleymiş, şimdi de böyle..) Çünkü onlar sadece tek bir savaşın değil savaşların arasında kalmışlardır o hudut karakolunda. Kimisi ailesiyle bir savaş yaşar, diğeri sevgilisiyle, sonrasında ise hepsi birden teröristlerle..
Filmdeki görsel efektler gayet iyiydi. Gerçeğe bu kadar yakın çatışma sahnelerini herhalde salondaki kimse beklemiyordu. Film çatışma sahnelerinin öncesinde çok ağır bir tempoda ilerliyor. Sonrasında ise tam bir şok.. Anlık bir ıslık sesi ve hayatımda gördüğüm en muhteşem çatışma sahneleri.. Ama şu ses olayını biraz abartmışlar sanki. O kadar yoğun bir çatışma ortamı yaratılmış ki bazen dialoglar duyulamaz hale gelmiş. Ne dediklerini çoğu zaman kaçırabiliyorsunuz.
Film ilerlediği yol itibarı ile vatansever bir paralelde. Vizyona girdiği tarihte yaşanan günümüz gelişmeleri ile de düşünüldüğünde gerçekten çok mesaj içerikli bir sonla bitiyor. Belki geçen yıl vizyona girse çok çok farklı düşüncelere bizi sevk edecekti ama şu dönemde izleyince düşünceler çok daha farklılaşabiliyor. Yapımcılar için bile hiç düşünülmemiş bir durum olsa gerek..
Türkiye'nin sinema tarihine bakıldığında bizi bize anlatan, bunu gayet de bize özgü biçimde yapan, yıllardır süregelen bir sorunumuzu işaret eden, bu kadar açık, bu kadar net mesajları olan ve sinematografik olarak bu kadar başarılı başka bir film var mıdır bilmiyorum. Bence yoktur... (Yazı-Tura filmini bunların dışında tutuyorum)
Bağlamak gerekirse tekrar tekrar izleyeceğim bir kaç filmden biri olacaktır. Her izlenişinde de farklı anlamlara götürecektir...
--------------spoiler--------------
* Yazdığım şiir bi boka yaramadı. Kız hiçbir şey anlamadı lan!
- His var mıydı his?
* Vardı tabi!
- Nerede okuyo bu kız?
* Teknik lisede
- Haa teknik liseyse olmaz tabi. O daha materyalisttir. Düz lise lazım. Onlar daha romantik oluyor..
*????????
Ve salon bir savaş filminin ortasında kahkahalara boğulur...
--------------spoiler--------------
Not:Filmi izlerken bir sahne sonrasında yanımdaki arkadaşla ''ulen ben olsaydım şöyle yapardım'' tarzında bir düşünceye kapılmıştık. Sonrasında gördük ki yönetmen de bizim gibi düşünmüş olacak tam da bizim dediğimiz gibi bir sahneyle karşılaştık. Bu da böyle bir anımdır..
16 Ekim 2009 Cuma
TÜRK İnsanı TÜRK Parası Gibidir. Işığa Tuttuğunuzda ATATÜRK Görünmüyorsa Sahtedir.
Ben bugün bunu gördüm sevgili okuyucu. Sözün asıl sahibi kimdir bilmiyorum ama birinin çalışma masasının yanındaki duvarda asılıydı bu söz. Aynı yerden bir kaç kez geçince bir A4 gözüme ilişti ve Türk İnsanı, Türk Parası ''ne yazıyor ulen burda'' diyerekten dikkatlice bakınca..
Tekrardan çocukluğuma gittim. O zamanlarda bu sahte para konusu çok gündemdeydi. O günün teknolojisiyle üretilmiş sahte paraları gerçeklerinden ayırt etmenin tek yolu ışığa tutup Atatürk'ü görmekti. Atatürk'ü gördük mü ''tamamdır'' diyorduk. Gerçek bu... Sonra sonra kalpazanlık öyle boyutlara ulaştı ki, sahte parayı gerçeğinden ayırt edemez olduk. Pamuk mudur, keten midir nedir artık hammaddesi bilmiyorum ama Atatürk artık her kuruşun üzerinde vardı. Ama bazıları sahteydi.. Nasıl ayırt edebilecektik??
Aslında bu ufak hikayenin benzerleri günümüzde, özellikle de siyasi arenamızda yok mu? Demokratik, liberal, özgürlükçü görünüp de içten içe Atatürk'e nefret duyan, modern Türkiye'yi ve onun üzerine kurulu olduğu ilke ve inkılapları yıkmaya çalışıp kin kusan, her fırsatta asıl niyetini belli edip de azıcık tepki görünce çark eden, eylemleri ve söylemleri birbirini tutmayan.... Ama baktığınız zaman hepsi laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin birer neferi. İlke ve inkılapların yılmaz savunucusu.. Yerseniz...
Çocukluk yıllarımda hiçbir şey bu zamanki kadar sinsice ve alçakça değildi be okuyucu. O zaman da vardı Atatürk düşmanları. Ama işte ayırt edilebiliyorlardı. Işığa tuttuğunuz zaman ortaya çıkıveriyordu gerçek. Bugün ise çok zor be okuyucu.. O ışık artık yetersiz kalmaya başladı. İlerleyen zaman sadece sahte paraları gerçeğinden ayırt edilemez hale getirse yine iyiydi ama sahte insanlar da yarattı be okuyucu.. Zaman dediğin bildiğin kalpazanmış be okuyucu...
Edit: Bu sözü gidip de Msn, Facebook v.s yerlere ileti olarak yazanın anası babası ölsün.
15 Ekim 2009 Perşembe
Vize
Çok ürkütücüydü Arjantin’in kupaya katılamayacağını düşünmek. Hem de haftalardır… Ve nihayet mutlu son… Maçı izleyemedim. O yüzden içeriğine hiç giremeyeceğim. Ancak sabah kalktığımda, servise bindiğimde, Four For Two’da Elton John’un Watford aşkını okurken bile, tek bir şey aklımdaydı. Acaba Arjantin yolu geçti mi? Acaba bu yaz Messi’yi izleyebilecek miyim? Ama düşünüyordum. Kozmoz, askerlik dönüşü bana böylesi bir kazık atamazdı. Heyecanla iş yerinde bilgisayarımı açıp gazetelere baktığımda, tek bir başlık yetti günümün iyi geçmesine.
“Arjantin finallerde…”
İşte bu dedim. İngiltere, Hollanda, Brezilya, Almanya, İtalya, İspanya… Ve son olarak Arjantin… Dünya Kupası'nın son halkası da tamamlanmıştır artık. Turnuvanın asıl sahipleri Afrika’da olacak böylelikle. Şimdi bir yıl bekleme moduna geçilecek. O arada lig maçlarıyla flört edilecek…
Hee tabi bir de Türkiyemiz var. Ama üzülmeye, dert etmeye gerek yok. Biz oralarda zaten hiç olamadık ki… Dünkü maç Ali’nin de söylediği gibi angaryaydı. Tek bir şey söylenebilir.
Dünya savaşı yüzünden ayrı düşen iki millet, Dünya Kupası sayesinde barıştı…
İşte bu da futbolun gücü…
Onur Aksoy.
Milli Maç, Devler Ligi ve Uruguay-Arjantin
Şu maç için yazılabilecek çok fazla bir şey yok aslında. Yazılacak her şey yazıldı aşağıdaki postta. Protokol, ülke gündemi, Bursa Atatürk Stadyumu, getirilen yasaklar v.s...
Lakin aklıma geldi. Son yıllarda bu kadar amaçsız, hedefsiz, gazozuna oynadığımız bir maç(resmi maçlardır kastedilen) var mıydı? Son yıllar dediğim 10-12 yıllık bir süreç. Açıkçası ben hatırlamıyorum. Bu bakımdan Türk Milli Takımı'nın geldiği noktayı çok net biçimde gösteren bir maçtı. 90'lı yılların ortalarına kadar sürekli şerefli mağlubiyetler alan bir takım, sonrasında 1996 Avrupa Şampiyonası'na katılmamız ve bugünlere gelen Türk Milli Takımı. Hedeflerimiz değişmişti. Artık büyük bir takımdık. Bu yüzden belki de ''ulen biz bu hallere düşecek takım mıydık?'' çığlıkları atıyoruz. Bugünkü başarısızlığın görünürdeki tek sorumlusudur Fatih Terim. Ve bu memlekette pek de görülmeyen bir biçimde sorumluluğu üstüne alarak istifa etmiştir. Ama Türk Milli Takımı'na yüzyıllar atlatan o vizyon için, ortaya koyduğu büyük hedefler için kendisine teşekkür edilmelidir.
İşin enteresan tarafı iki ülke gündemi için önemli bir maç kabul. Cumhurbaşkanı düzeyinde bir temsil sözkonusu. Yani futbol siyasi gelişmelerin paralelinde önemli bir gösterge olarak çıkıyor karşımıza. Bundan kasıt maçta çıkacak herhangi bir tatsızlıkta ortalık yangın yerine dönecek. Hepsine eyvallah da ulen Platini sana ne oluyor da maça geliyorsun? Yoksa Sarkozy mi gönderdi seni buraya? Maşaallah stadyumda onunla birlikte kare as tamamlanmış. İki Cumhurbaşkanı, bir Uefa Başkanı, bir de Uefa Asbaşkanı..
Maçı yarım yamalak izledim açıkçası. Bir milli maç var, amaçsız, hedefsiz ne olursa olsun bir milli maç ve ben, Acun Ilıcalı'nın yaptığı herhangi bir programı bugüne kadar baştan sona izlememiş olan ben Devler Ligi'ni izledim. Vay anasını sevgili okuyucu. Şu kadarını söylemeliyim ki Devler Ligi'ndeki mücadele bizim milli maçtan çok daha üst düzeydeydi. Hele Erman Toroğlu. Bu adam tek başına bir şov programı. Futbolcularla dialoğunda hep bir kabadayılık. ''Alayınızı göreceğim ikinci yarı, hem çekiyor hem de bağırıyor hayret yaaa, son kez uyarıyorum hadi bir daha yapsana'' şeklinde haykırışları sonrasında düşünmeden edemedim. Bu adam hakemlik kariyerini futbolcu dayağı yemeden nasıl bitirebilmiş?
Bir iki kelam da Uruguay-Arjantin maçı için. Arjantin son dakikalarda bir atıp Dünya Kupası'na uçtu. Tek futbolcu, tek bir hata ve kaçan Dünya Kupası vizesi. Cacares'in faulü, sonrasında kırmızı kart görmesi, kullanılan serbest vuruşun da karambolde gol olması. Yazık oldu Uruguay'a. Elemelere kalmaları da Şili-Ekvador maçına bağlı. Lugano'nun kaptan olarak çıktığı maçta sırtıyla yaptığı vuruş ise futbol tarihine geçti.
Velhasıl teknik adamlık makamı bir büyük futbolcuyu daha mı bitirecek derken bir önceki maçta Palermo, bu maçta da Bolatti(bu da kimse) Maradona'yı rezil olmaktan kurtardı. Bu Maradona hakikaten ya efsunlu, ya da dünyanın beklediği mesih. Başka bir açıklaması yok...
14 Ekim 2009 Çarşamba
Hangimiz Allah'tan Korkuyoruz?
“ Of of… Bu Türkiye’nin hali ne olacak? Biz nelerle uğraşıyoruz. Hala nelerle uğraşıyoruz… Adam üniversiteyi bitiriyor. Ayıptır söylemesi 500 TL maaş alıyor. Bakın, üniversiteyi bitirmiş. İngilizce öğretiyor. 500 TL maaş alıyor. Türkiye hala demokratik açılımdan bahsediyor. Yalan mı Allah aşkına. Allah aşkına kardeşim yani. Gençlik aç, işsiz. Biz nelerden bahsediyoruz. Nelerden bahsediyoruz. Ben karar veremiyorum. Hangimiz Allah’tan korkuyoruz? Hangimiz daha müslümanız? Ben de gidip Afganistan’a mı sığınayım, ne yapayım? Gerçi biz onlardan farklıyız. Onlar ülkeyi soyuyorlar. Biz sanatçıyız. Biz konuştuğumuz zaman, fikrimizi belirttiğimiz zaman ne baskılar görüyoruz size anlatamam. Bir sanatçı olarak… Ulan benim cürümüm ne lan. Ben ne kadar yer yakarım? Ben kimim ulan? Yani ben bile baskı görüyorum konuşuyorum diye. Yazık… Keşke benim Allah’tan korktuğum kadar korksanız Allah’tan. Daha nelerden bahsediyorlar yaa. Kendinize gelin. Türk halkı kendine gel. Hala neyden bahsediyorlar ya. Onların tuzu kuru tabi. Tuzlar kuru. Tuzlar kuruuuu!!!! “
Bu okuduklarınız bir sanatçının çığlıkları… Üstelik canlı yayında. Üstelik doğaçlama. Üstelik İzdivaç gibi, evlenme gibi programların olduğu bir kuşakta. Yarışmacının 500 Tl maaş alan bir İngilizce öğretmeni olduğunu duyunca oluyor her şey. Çığlıkların sahibiyse Mehmet Ali Erbil gibi bir adam, düşünebiliyor musunuz? Yani kısaca…
İster akıllı olalım ister aptal…
İster eğitimli olalım ister cahil…
İster liberal olalım ister ulusalcı…
İstersek bir baltaya sap olamayalım…
Ne olursak olalım sadece gerçekleri görelim…
Onur Aksoy.
Bıçağın İki Yüzü
Ermenistan maçı ne kadar önemli?
İlk olarak bıçağın görünen ve konuşulan yüzünden başlayalım…
Türkiye - Ermenistan… Soykırım kavgası veren iki ülke… Dünyanın gündemine oturmuş. Ülkeler arasında protokol anlaşması imzalanmış ki bu sadece iki ülkeyi ilgilendirmiyor. Kardeş Azerbaycan da ensemizde. Amerika’sı AB’si cabası. Abdullah Gül ilk maç için Ermenistan’a gitti, şimdi de Sarkisyan geldi. İki istim üzerindeki ülkenin maçı kısaca. Buraya kadar her şey normal. Yalnız durun bir dakika, maç Bursa Atatürk Stadı'nda oynanıyor. Hani şu Diyarbakırlılar'a “Pkk dışarı” diye bağırarak ülke genelinde faşist damgası yiyen takımın stadı. İşin bir ucu da açılıma dayanıyor yani. Şimdi bütün gözler onlara çevrildi. “Milliyetçi “teksas” bu sefer ne yapacak?” Bir de üstüne “Stada Azerbaycan bayrağı sokma” yasağı kalktı. Üstüne tuz biber... İktidar, ana muhalefet, Ermenistan, Azerbaycan liderleri… Hepsinin gözü bu maçta. Polis büyük güvenlik önlemi aldı. Dünya basını ise özellikle İngiltere, maçta olaylar çıkacağını iddia ediyor. Türk basını olarak 2002’deki Brezilya ve 2008’deki Almanya maçları dahil daha önce hiçbir milli maça bu kadar önem vermemiştik.
Şimdi ise bıçağın fazla görünmeyen ve konuşulmayan yüzü…
Türkiye bu maçı isterse 10-0 kazansın. Gram fayda etmiyor. Şu iki senede öylesine basit hatalar yaptık ki yine başarılı bir turnuvanın ardından ertesi bir turnuvaya katılamıyoruz. Sorumlu Fatih Terim istifa etti. Son çırpınışlar Estonya - Bosna Hersek maçıyla bitmişti ki, zaten Ali bile Türkiye - Belçika maçı başlamadan isyana başladı. Artık yeni hedefler koyma zamanı. Yeni bir oluşum, yeni bir heyecanın başlangıcı olmalı Ermenistan maçının bitiş düdüğü. Türk basını zaten Fatih Hoca’nın ipini çekmiş. Herkes ümitsiz. Bakın futbol bloglarımıza. Milli maçlar bitse de süper lig ve şampiyonlar ligi heyecanı başlasa modunda. Bu yüzden Türkiye – Ermenistan maçının hiçbir önemi yok. Bu maç başımızı duvarlara vurmaktan başka fayda getirmiyor. Vakit ve eğlence kaybı. Çapa toplantıları için bahane bile bulamıyoruz. Bir an önce bitse de kurtulsak.
İşte böyle bir maç Türkiye – Ermenistan maçı. Önemli olduğu kadar önemsiz de. Sadece bakış açısına bağlı. Son bir haftadır yazarlarımız bu maça değiniyor. Siyaset ve politika yazarları bu maç çok önemli derken, spor yazarları oldukça önemsiz diyor…
Siz bıçağın hangi yüzüne bakıyorsunuz? Kısaca siyaset mi futbol mu?
Vallahi ben akşam eve gidip saat 21:00’de tv karşısına geçeceğim. İster olaylar çıksın, ister dünyanın en zevkli maçı olsun. Derhal kanepeye uzanacağım.
Ki bir an önce uykuya dalayım…
Erkenden uyuyayım ki saat 01:00’de başlayacak asıl futbol şölenini rahatça izleyebileyim...
Onur Aksoy
11 Ekim 2009 Pazar
Bir Pazar Günü
Hemen herkes yatağında…
Kimi geceden kalma, kimi tv karşısında uyuklamış...
Ve sen sabahın 7’sinde ayaktasın…
Önce zannedersin…
Tusubasa ve arkadaşlarını izleyeceksin tv’de…
Ama gerçek o değil…
Bak zaten uzun süre futbol da yok…
Büyüdün ve işe gidiyorsun…
Önce duş sonra traş…
Güzelce giyinip yola koyulursun…
Yollar bomboş sadece kuş ve ayaklarının sesi…
Düşünmeye başlarsın…
“Evimde olmalıyım. 11’e kadar uyumalıyım. Sonra on numara kahvaltı etmeli ardından orta kahvemi yudumlamalıyım. Milli maç üzerinde kritik yapıp gazeteleri okumalıyım…”
Ancak bunların hiç biri olmayacak…
O günler geride kaldı…
Bir Pazar günü işe gidiyorsun işte…
Hesapta daha fazla para kazanmak için. İleride daha rahat yaşam sürmek için…
Fazla düşünmenin manası yok…
Gerçeğe döner, otobüs durağına varırsın…
Fakat o da ne…
İşte karşında duruyor..
Liseden mezun olduktan sonra her gün görmeyi umut ettiğin ancak bir türlü karşına çıkmayan o kız…
Hemen karşında. Kız kardeşiyle. Boy atmış. Biraz zayıflamış…
Ve sıkı dur…
Türban takmış…
Ne bu? Bir şaka mı?
Daha yeni hayallerden gerçeğe dönmemiş miydin?
Ne oldu da birden için cız etti?
Demiş ya şair. “Biz büyüdük ve değişti her şey”
Ama gülüşü hala aynı.
Ee ne olacak?
Türban takmış, belki de evlenmiş...
O ayrı bir davada, sen ayrı bir davadasın…
Ve otobüs gelir, gözünün önünden kaybolur…
Gerçeğe yeniden dönersin…
Bak herkes senin gibi marjinal zaten…
Minibüs şoförü… Vapurda çalışanlar… Yolcular… Sokak simitçisi…
Hepsi “sıradan olmayan” tayfasından…
Derken ofisindesin…
Kahvaltı niyetine tost, poğaça filan…
Gazetelere göz atarsın…
Yine bir ölüm haberi…
Bu sefer usta yönetmen Halit Refiğ…
Her seferinde olduğu gibi yine geçmişinden bir şeyler koptuğunu hissedersin…
Tv’de oynayan filmlerini geçtim de…
Okulda izlediklerimiz ne olacak?
Karanlık amfide hem kız kesip, hem geyik çevirip, hem de dersin bir an önce bitmesini beklerken… Hani sonra Taksim’e çıkacağız ya…
Ya da avucumuza yazdığımız filmleri ve tarihleri?
Kaç yönetmeni vücudumuzun bir tarafına kazırız ki?
Ee daha yeni mezun olmadın mı?
Niye geçmişe tekrar gittin?
“Gidiyorsun. Onları istiyorsun. Geçmişini istiyorsun. Her şeyiyle istiyorsun. O güzel anları tekrar yaşamak istiyorsun. Tıpkı sevdiğin şarkıyı defalarca dinlemek gibi... Geçmişte bitirdiğin hüznünde hal kalmıyor.”
Bak sıradan insanlar gibi Pazar günleri tatil de yapamıyorsun…
Eski aşkını görmüşün, Halit Refiğ ölmüş hikaye...
Yaptığın tek şey…
Jehan Barbur dinlemek…
Ve bu satırları yazmak…
Hayalindekini özleyerek…
Not: Bu sadece bir adamın Pazar sabahı. Ne Haşmetim ne de Hıncal… Tek yaptığım yaşadıklarımı, hissiyatımı biraderlerle paylaşmak. Değil mi ki bu blog bizim rakı soframız… Şu keşmekeş hayatımızın beş dakikalık dinlence yeri… Kimselerin bilmediği, bilip de içine etmediği tek evimiz… O zaman sağlınıza…
Onur Aksoy..
10 Ekim 2009 Cumartesi
Geçmiş Olsun...
İnsan kendi uydurduğu yalana zaman geçtikçe inanmaya başlar ya biz de görmek, duymak istediklerimize inanmıştık. Son bir umut vermişti birileri, belki değil ciddi ciddi inanmıştık biz de... Gözlerimizi açtığımızda da Dünya Kupası çok uzaklarda kalmıştı. Gerçekler bir kez daha acı bir şekilde karşımızdaydı. O istifa etsin, bu görevden alınsın çığlıkları atmak istemiyorum ama şu Estonya Milli Takımı'na bizi muhtaç edenler oturup adam akıllı düşünmeliler biz nerede yanlış yaptık diye..
Fatih Terim'in bu durum karşısında göreve devam edeceğini pek düşünmüyorum. Ama federasyon yöneticileri ne yapar onu kestirmek güç. Futbolu icat eden İngilizler bile milli takımlarını bir İtalyan'a teslim etmişken biz neden yıllardır böyle bir yöntemi kullanmıyoruz bunu da sorgulamak lazım. Yabancı bir teknik adam, hiç kimsenin manevi evlat muamelesi görmediği, sakatların veya takımında bile oynamayanların rehabilite edilmediği bir milli takım.. Ne dersiniz??
Edit: Şimdi aklıma geldi. Bu Dünya Kupası Güney Afrika'da değil mi? O vuvuzela denen lanet icadın öttürüldüğü memleket. Düşünüyorum da Dünya Kupası'na gitmediğimiz iyi oldu. Maç sırasına hiç çekilmezdi o garip sesler. Artık Dünya Kupası'nı izlemek için bir nedenimiz yok. Olsa olsa Alman Milli Takımı'nı izlerim. Bu arada bir Pollyanna vardı o nereliydi yahu?
8 Ekim 2009 Perşembe
34 RTE 321
Dizinin son bölümünde(66. bölüm) İskender Büyük karakterinin kullandığı aracın plakası budur. Lassie gerçekten bir şeyler mi anlatmaya çalışıyor yoksa ben mi komplo teorilerinden kafayı yedim bilmiyorum. Futbolsuzluk zaten başıma vurmuş.. Bir de şu Kazım her defasında ''standart, stres'' v.s kelimeleri şıtandart, şıtres şeklinde okumasın..
4 Ekim 2009 Pazar
3G
Rakip Gençlerbirliği olunca coştukça coşuyor.. Türkiye'ye geldiğinden beri Gençlerbirliği'ne 7 gol atmıştı, bugün de 2 gol attı. Toplamda bu kadar gol attığı başka bir takım var mıdır bilmiyorum.
Biraz nostalji. 2003-2004 sezonuydu. Aynı zamanda Fenerbahçe'nin 8 puan geriden gelerek şampiyonluğu kazandığı sezon. O sezon içerisinde de Fenerbahçe çok iyi bir takım görüntüsü vermiyordu ama kazanmasını biliyordu. Mücadele gücü çok yüksekti. Ve bana göre o sezonun en önemli maçlarını arka arkaya oynamıştı Fenerbahçe. Gençlerbirliği, Gaziantepspor ve Galatasaray.. Gençlerbirliği bir önceki sezonun şampiyonluğa oyanayan takımıydı. Ankara'da Hooijdonk'un kalecilik vasıflarını ortaya çıkarmasıyla 1-0 kazanmıştı. Gaziantepspor'a deplasmanda 5 atmış, bu 5 golün 3'ü kaptandan, Ümit Özat'tan gelmişti. Kadıköy'deki Galatasaray maçını ise Mehmet Yozgatlı'nın son dakikalarda attığı golle kazanmıştı.. Bu döneme ait aklımda kalan ufak bir bilgi de, Hooijdonk'un sarı kart sınırında onlarca maç oynayıp buna rağmen cezalı duruma düşmemesiydi..
Bu sezon da bu üç takımla arka arkaya karşılaşacak Fenerbahçe.. Bu sezon da çok iyi top oynadığı söylenemez. Bu sezon da mücadele gücü yüksek.. Gençlerbirliği'ni 3-0'la geçtiler. Diğer maçları da izleyip göreceğiz. Bana kalırsa ilk yarının ve ikinci yarının dönüm noktasını yine bu maçlar oluşturacaktır. Tarih yine tekerrüden mi ibaret olacak? Eğer öyleyse..
Edit: 7 gol atmış.
Demirören Yeter!!!
Maçın ikinci yarısına yetiştim. Oyunu pek umursamadım. Çünkü bu saatten sonra galibiyetin hiçbir önemi yok. Tv’yi açtığımda taraftar bağırmaya devam ediyordu. Sadece bir bölüm değil stadın tamamı “Yıldırım Demirören yeter” diye haykırıyordu. Sahada oyun oynanıyor ama kimse oralı değil. Herkes maç bitse de gitsek modunda. Çarşı grubu hariç… Çünkü onların sorması gereken bir hesabı var. Çünkü başkanları 8 maçta henüz iki galibiyet almış, Şampiyonlar Ligi'nde puan alamamış, altı senede sadece bir kere, o da rakiplerinin erken havlu atmasıyla şampiyonluk yaşamış, hemen her sezonda yarıştan erken kopmuş, saçma sapan transfer ve yatırımlarla borca batmış bir Beşiktaş yarattı. İnönü Stadı desibel rekorunu belki de ilk kez başkanlarının istifa etmesi için kırmaya çalışıyordu. Rüştü ve Tabata her pozisyonda ıslıklandı. Yeni sitemkar besteler söylendi filan. 70’te maç bir ara durdu. Bütün taraftarlar “Demirören yeter” diye bağırmaya başladı. İnanılmaz bir ambiyanstı. Bir ara baktım, yöneticiler de mırıldanıyordu. Ve de en bombası. Eşi bile alkışla tempo tutarak yanında oturan kocasını istifaya davet etti. Hani şu takımı takımı kurtaracak olan yenge. Yıldırım Demirören işte o an gülümsemeye başladı. Ve ben de yavaş yavaş kavradım. Türkiye’nin üçüncü büyük takımı artık dibe vurmuş. Daha da çıkar yolu yok. Tıpkı ağır bir depremin ardında bıraktığı enkaz gibi… Daha acısı deprem devam ediyor. Bunu başaran tek bir kişi ve hiçbir şey olmamış gibi gülümsüyor. İlk defa Beşiktaşlı taraftarlar için üzüldüm. Çünkü onlar da birbirine girdiler. Alen gibi bir adam dayak yedi. Tribünler karıştı. Ne desem bilemiyorum çünkü tedavisi gerçekten yok gibi…
Yazık… Hem de çok yazık…
Onur Aksoy.
2 Ekim 2009 Cuma
Ayakkabı Devrimi!!
Gazeteci Imf Başkanı'na ayakkabı fırlattı… Markası Nike… (Çakma olduğu ortaya çıktı)
Serbest bırakılınca gazetecilere röportaj verdi… Arkasında Adidas reklamı…
Devrimci gençlik eyleme destek için ayakkabılarını çıkardı… Converse, Puma vs. havada uçuyor…
Eylemin ardından gazetelerin attığı başlık: Ayakkabılı eylem “moda” oldu…
Eylemci röportajın devamında “salondakiler kokudan rahatsız olmuş olabilirler” diye espri yapıyor…
***
Son bir umut verse biri…
Ve güzel olacak bir gün her şey dese…
Ben inanırım belki de bu yalana…
Ben de alışırım gözlerimi kapamaya…
Onur Aksoy.
1 Ekim 2009 Perşembe
Sheriff:0 Fenerbahçe:1
İlk defa D-smart'a teşekkür ettim şu maçı şifreli yayınladığı için. İki sebebi vardı. Birincisi kabir azabı gibi bir maçtı. Fenerbahçe tamamen rölantide, yan ve geri paslarla maçı idare etti. Rakibi de buna karşılık adam akıllı tek atak yapamadı. Topu götürüp götürüp kaleciye geri pas tadında şutlar attılar. İkinci ise maçı internetten bir İngiliz spikerin naif sesi eşliğinde izledim. Ne aptalca benzetmeler, ne irrite edici gereksiz kakafoniler, ne de ekranın dörtte üçünü kaplayan sanal reklamlar. Yahu bizim izlediklerimiz maç yayını ise bu akşam benim izlediğim çok başka bir şeydi. Yok eğer bu akşamki maç yayını ise sizin yayınladıklarınız ne oluyor? İnsan düşünmeden edemiyor..
Maç için söylenecek bir şey daha var. Daum maçtan önce beraberlik iyi sonuç gibisinden bir şeyler zırvalamıştı. Maç içinde gördük ki bu adamın tek derdi her maçı yarım-0 da olsa kazanmak. İyi futbol diye amacı yok. Hele yönetimin Avrupa Ligi diye bir amacı hiç yok. Gazozuna maçlar işte... Düşünün ki Sheriff maçında 1-0 öndesiniz. Rakibinizin bırakın size gol atmayı, rakip 18'e gelecek hali yok. Siz bu takım karşısında 1-0 önde iken Semih'i çıkarıp Vederson'u oyuna sokuyorsunuz.. Geçiniz yahu.. Belki lig şampiyonu olacaksınız sezon sonunda ama şu taraftarın toplu fıtık ameliyatı olmak için yapacağı masraflar ne olacak??
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)