Yine Britanyalı bir ses, yine ilk dinleyişte kulağa takılan bir tını. Ve yine Teachers'ın bana armağanı. Seviyorum bu keltleri.
15 Nisan 2014 Salı
Leningrad-Cris De Burgh
Yine Britanyalı bir ses, yine ilk dinleyişte kulağa takılan bir tını. Ve yine Teachers'ın bana armağanı. Seviyorum bu keltleri.
1 Mart 2014 Cumartesi
23 Şubat 2014 Pazar
August Landmesser
1931'de Nazi Partisi'ne üye olur August. İşsizdir ve o dönemde Naziler'e Almanya'da tüm kapılar sonuna kadar açılmaktadır. Fakat daha sonra Hem Almanya hem de Dünya için işler sarpa saracaktır. Naziler koskoca bir ülkeyi kaosa sürüklemekte, kendi insanlarını bile gözünü kırpmadan katletmektedir. August kendince bir tepki verir bu düzene. Yahuudi bir kızla evlenir.
Bunun üzerinden çok zaman geçmeden partiden ihraç edilir. Yine o dönem bir Alman'ın yahudi biriyle evlenmesi kanunla yasaklanmıştır. 1937'de ilk önce eşi gestapo'ya tıkılmış bir yıl sonra da kendisi tutuklanarak hapishaneye atılmıştır. Eşinin 1942'de çalışma kamplarında öldüğü bilinmektedir. Kendisi ise 1941'de serbest bırakılır ve cepheye sevk edilir. Sonrasında kendisinden haber alınamaz. Söylentiler, Naziler tarafından öldürüldüğü ve izinin kaybettirildiğidir.
Nedir peki bu adamı tarihe not düşüren olay?
O da yukarıdaki fotoğrafta mevcut. 1936'da Hamburg Limanı'nda Horst Wessel isimli savaş gemisi törenle denize indirilmektedir. Adolf Hitler ve üst düzey Naziler'in tamamı oradadır. Olayı izleyen tüm ahalinin elleri havada Naziler'i selamlamaktadır. August ise tam tersine yine rahat durmamaktadır. Çevresindeki herkes büyülenmiş şekilde selam dururken o buna tepki koymuştur.
Sırf bu sebeple o an belki de çok doğru bir hareket yaptığını düşünen binlerin aksine tek başına bu adam tarihin tozlu sayfalarında yer alabilmiştir. Kim bilir belki de tarihin ilk duran adamı olarak kayıtlara geçmiştir.
Tanıdık geldi bir yerlerden... Bilemedim...
17 Şubat 2014 Pazartesi
Ve Güneş Yükseliyordu Ardımızdan
Geçtiğimiz hafta boyunca aklımızdaki tek şey buydu. 16 Şubat günü ve akşamı bir camianın belki de dirilişini simgeleyecek, hak için, adalet için yüzbinleri bir araya getirecekti. Öyle de oldu. Kadıköy'den Bağdat Caddesi'ne doğru ilerlediğimizde o korkunç kalabalıkla yüzyüze gelmiştik.
Sadece Fenerbahçe değildi mesele, memlekette yolsuzluklarla, çürümüşlükle derdi olan herkes oradaydı. Farklı renkler, farklı düşünceler tek bir şey haykırıyordu;
Adalet!!!
Yeri geldi Taksim dedik, yeri geldi Ali İsmail'i andık, yeri geldi Allah-kitap diyerek kul hakkı yiyenlerin canına okuduk. O güruhun arasında olmak müthiş bir enerjiydi. Üşengeçliğin kitabını yazabilecek olup da sırf üşendiği için yapmayan biri kilometrelerce yürümüştü. Koskoca yürüyüş boyunca ne en ufak bir olay ne de başka bir şey vardı. İnsanlara fırsat verildiğinde en medeni şekilde tepkisini ortaya koyabiliyordu. Ortalıkta polis-toma v.s yoktu. Bu galiba durumumuzu özetler.
Artık yavaş yavaş maç saati gelmeye başlamıştı. Erkenden staddaki yerimizi aldık. Uzun zaman sonra ilk defa böyleydi Şükrü Saraçoğlu. Full+full çekmişti. Her maç bomboş gördüğüm numaralı bile dolmuştu. Kale arkasında kim kimin sırtındaydı belli değildi. Maç da bir o kadar can sıkıcı geçiyordu ki güç bela kazanabilmiştik. Hoş, puan kaybetsek de üzülmezdim. Gün boyunca Fenerbahçeliliği iliklerime kadar yaşamıştım, varsın üç puan gitsin çok önemli değildi.
Maç öncesi ve maç boyunca hep andık 19'u. Hatta maç bitti yine de çıkmadık. Annesinin acısını hafifletir mi bilinmez ama biz onu manevi annemiz ilan etmiştik.
Eve döndüğümde günün yorgunluğu sızım sızım çıkıyordu ama buna değmişti. Fenerbahçem için, daha da önemlisi ülkem için hak arayanların arasına ben de dahil olmuştum.
3 Şubat 2014 Pazartesi
Gülmek, Devrimci, Eylem...
Yapamazsın, yaptırmazlar... Kandırma kendini. Çünkü onlar hükmünü çoktan verdi. Yargılama, mahkeme, savunma falan filan bunların hepsi bir tiyatrodan ibarettir. Karar açıklanır ve hayatına son verilir. Bundan kurtuluşun yok. Ama dur bir dakika..! Kurtuluşun olmaması giderayak bir son dakika golü atmana engel değil. Öyle ki senin hayatın biter ama o golün acısı onlardan hayatları boyunca çıkmaz. Kendin için, senden öncekiler için, ardından bıraktıkların için... Bir gülümseme yeter... Tıpkı aynı yolun yolcusu Hüseyin Kavousifar gibi... Gülümse, sadece gülümse...
Bundan daha güzel bir ölüm olabilir miydi?
Onur Aksoy.
2 Şubat 2014 Pazar
Franz Von Werra
Alman avcı pilotu.
Hikayesinin, diğer tüm meslektaşlarının aksine, uçak peşinde koşmakla geçmediği bir pilottur. Toplumun üst kesimlerinden gelmiş olması yüzünden diğer pilotlar arasında pek sevilmemiş, ancak düşman esaretinde geçirdiği sürede yaptıklarıyla Almanya ve dünyada oldukça tanınmıştır.
Polonya, Belçika ve Fransa'nın işgali sırasında pilotluğu geliştiren Franz, Eylül 1940'ta, İngiltere savaşının en civcivli dönemlerinde, alçak uçuş yaptığı bir köyden açılan uçaksavar ateşi sonunda düşürülmüş; sağ ele geçtiği için İngiliz karargahına götürülmüştür. Değişik hikayesinin özünü oluşturacak ve asla vazgeçmeyeceği kaçış kararını, tutuklandığı ve sorgulandığı bu karargahta aldığını düşünmekteyim.
Werra Maidstone'daki şehir karakolunda, polis çavuşu Harrington tarafından sorgulanmış, Alman olduğuna şüphe kalmayınca orduya teslim edilmiştir. Ertesi gün öğlene kadar sorgulanan Von Werra, sorgusunun yeterli bulunmamasıyla iki hafta sorgulanacağı Cockfaster'a götürülmüş. oradan da 4 gün ekstra yorucu bir sorgu dönemi geçireceği Londra'ya gelmiştir. Burada kendisine Cumbria savaş esir kampına yollanacağı telkin edildikten sonra biraz rahatlayabilmiştir.
Franz Werra sorgusunun bittiği Eylül sonlarında İngilterenin işgalinin artık an meselesi olduğunu düşünmüş, ama doğası gereği kaçış planlamıştır. Rütbeli esirler arasında bulunması adet olan "kaçış komitesi" ne teklifini sunduğunda kamptaki onuncü günündedir hatta. Esirlerin başındaki Yüzbaşı Pohle'nin ve 23 arkadaşının ve bir el arabasının yardımıyla n'apar eder kamptan kaçar. Ama sorun bitmemiştir, İngiltere'nin kuzeyi sayılabilecek bi noktada yayan olarak kıtaya nasıl dönecektir?
Cumbria, yer olarak İngilterenin en sert arazilerinden biridir. Üstelik tüm hikayenin üzerine kurulu olan faktör "şans"'a bakın ki ekim ayı oldukça soğuk geçmektedir. Kaçışı öğrenilen Von Werra'nın aranmasına başlanır. Home guard bölgedeki tüm çiftçilere ev ve samanlıklarını kilitlemesini, gözlerini de açık tutmasını söyler ve sistematik olarak bölgedeki tüm çiftlikler kontrol edilir. 10 Ekim gecesi, aslında koyun tüccarı olan iki home guard, çiftliklerinde kapının zorla açılmış olduğunu farkeder ve içeri dalarlar, tüm o keşmekeş içinde kendini soyluluğun konforuna kaptıran Werra'yı traş olurken yakalarlar. Genç baron mücadele ederek birini devirir, yaşlı olan diğerinden de koşarak kaçar. yırtmıştır.
12 Ekimde birkaç badire atlattıktan sonra, kendini bir bataklıkta rambo vaziyetinde çamur içine gizlemişken yakalanır. 21 gün hücreye atılır. Ardından 3 kasımda erkenden Derbyshire'da başka bir kampa nakledilir. Artık bulunduğu kamptaki herkes kaçmaya teşebbüs ettiğinden ve korumalar had safhada olduğundan işler daha zor olacaktır ama kendi gibi tekrar kaçmaya hevesli beş arkadaş bularak 17 Ekimde tünel kazmaya başlarlar. Çıkan toprağı bahçeye çaktırmadan boşaltan grup hiç durmadan çalışarak, 17 Aralıkta tüneli bitirir, tünel süresince gardiyanlara sattıkları yüzüklerden İngiliz Poundu elde eden esirler 20 Aralıkta bir bombardıman esnasında tünelden kaçarlar ve Berlin'de buluşma dileğiyle ayrılırlar.
Werra dışındaki herkes, yaptıkları angutça dönüş planlarıyla hemen yakalanırlar. Kamyonların arkasında uyurken, polislerin bisikletlerini çalarken ya da Almanca konuşurken enselenirler ve kamplara geri gönderilirler. Werra ise cesur bir plan yapar, kaçarken uçuş elbisesi üzerine pijamasını giymiştir ve tulumun Luftwaffe armalarını sökünce o sırada İngilterede bolca bulunan Hollandalı müttefik pilotlar gibi davranabilecektir. Toplumun üst sınıflarında gelme kültürlü biri olduğu için Felemenkçe ve İngilizceyi de oldukça iyi konuşmaktadır.
Bir ingiliz üssüne girmeden, bölge gazetelerini iyice okuyarak son olaylar hakkında bilgi edinir. Yakınlarda karşılaştığı bir makiniste de kendini Hollandalı pilot yüzbaşı Van Lott olarak tanıtarak en yakın raf üssünün nerede olduğunu öğrenir. Makinistin yanında lokomotifte laga luga ederek Condor Park istasyonuna kadar gider. Orada polis tarafından hemen yakalanıp sorgulanır ancak hikayesine inanarak onu serbest bırakırlar. Kısa süre içinde kendisini arabayla raf üssüne alırlar.
Hikayesine pek inanmayan üs komutanının sorgusundayken şansını dener. tuvalete gitmek için izin ister ve karanlıkta hangarlara doğru koşar. Raf hurricane'ları artık yalnız birkaç metre uzaktadır, teknisyenlerle konuşup kokpite tırmanırken, üs komutanı elinde tabancayla çıkagelir. Baron son saniyede başarısız olmuştur.
Burada sıkılanlar için, Baron Von Werra'nın aslen İsviçre doğumlu olduğunu, aristokrat bir Alman aile tarafından büyütüldüğünü, havacılığa eskiden beri meraklı olduğunu ve kendisinden haber alamadığı için o sırada çok mutsuz olan güzel bir kız arkadaşının olduğunu belirtelim. Kız, gidip dönmeyen pilotları bekleyen onca gözü yaşlı kişiden biri haline gelmiştir ama kader henüz ağlarını örmektedir.
Werra uçaktan inince gerçek kimliğini açıklar ve cesaretinden ötürü kendisine konyakla puro ikram eden komutanla bir süre geçirir. Şükür ki zaman, İkinci Dünya Savaşı'nın henüz şöyalyelik yapılabilen zamanlarıdır. Sonra tekrar bir kampa tıkılan Von Werra sıkı gözetim altındayken yeni bir plan yapamaz ve ocak ayında Hms Ramilles gemisi ile 1250 tutuklu ve 1000 öğrenci pilot eşliğinde Kanada'ya gönderilir. Yolculuk sonrasında gemi Nova Scotia'ya varır. Ama Franz yine yerinde duramaz ve bir plan daha yapar. soğuktan götleri donarak yaptıkları yolculuk sırasında, soğuğun herkes için soğuk olduğu bilincine varır ve kaçış yapacak olursa sırf bu yüzden kolaylaşacağını düşünür.
Nova Scotia'dan tutukluları alan tren Ottawa'ya doğru ilerlerken, Franz Von Werra her nereden bulduysa yine peşine kendisi gibi düşünen adamları takar, birkaç battaniyeye sarılır ve akşam saatlerinde camdan dışarı fırlar. Yokluğu ertesi gün öğlene kadar farkedilmeyecektir. Aynı trende onlardan habersiz yedi kişi daha firar etmiştir ama, soğuk başlarına vurduğundan kuzeye, Kanada içlerine yol almışlardır. Franz ise atladığı yerin Smith Falls olduğundan ve buranın Birleşik Devletler ile sınır teşkil edecek bir nokta olduğundan emin bir şekilde güneye ilerler. Ogdensburg istikametinden sandalla ve yürüyerek ilerleyip tarafsız topraklara girer. Kurtuluşun ilk adımlarını atmıştır. Amerika henüz savaşta değildir ve Franz Von Werra New York'a kadar giderek New York eyalet hastanesinde tedavi olur. Alman büyükelçisi de bu sırada büyük ihtimalle kendisini öpmekle meşguldür.
Amerikan hükümeti olay öğrenilince, mevcut koşullar gereği baron'u Kanada'ya iade etmek ister. Ülkeye kaçak olarak girmiştir, üstelik de komşu ülkenin tanıdığı bir savaş esiridir. Alman büyükelçiliği hemen araya girerek, basının olayla yoğun ilgisinden de faydalanarak iadeyi önler. Amerikan gazeteleri şimdiden efsane olan Franz Von Werra'nın kaçış hikayelerine sayfalar ayırırlar. Amerika'da vaktinde hiç de azımsanmayacak sayıda olan Nazi sempatizanları da aradıkları kahramanı buldukları için sevinçlidirler. Dünya onun hikayesini okurken Amerikan hükümetine baskı yapan İngiliz ve Kanadalılar çabalarını sürdürürler. Werra mart 1941'e kadar New York'ta kalır. Gazetedeki resimlerini öpücüklere boğan kız arkadaşını düşünür. Sonra büyükelçinin yardımlarıyla Meksika'ya oradan Brezilya'ya kadar gider. Rio de janeiro - Barcelona - Roma yoluyla Almanya'ya gider. Eve vardığında takvimler Nisan 1941 olmuştur. 7 aylık gurbetten sonra artık evine gelmiş, sürüyle badire atlatmış, dünyanın yarısını katetmiş ama asla hedeften yılmamıştır.
Adolf hitler gazetelerden de takip ettiği genç baronun hikayesiyle yakından ilgilenmiş, onu ulusal bir kahraman olarak karşılamış ve şövalye haçı ile ödüllendirmiştir. Hikayesi esaret altında bulunan tüm askerlere güç ve moral vermiştir.
Bir süre nişanlısını ziyaret eden Franz Von Werra, evi olan üsse geri döner. Yine de her zaman zorladığı şansı ona ihanet etmiş olacak ki, avcı devriyesinde olduğu 25 Ekim 1941 günü motor arızası yüzünden Hollanda açıklarında denize düşer. Uçağa ve kendisine ait iz bulunamaz.
Franz Von Werra, muhteşem bir pilot değildir. 12+ zaferinin bazılarının uydurma olduğu da düşünülmektedir. Ama onu bugün hatırlamamızı sağlayan şey nişancılığı ya da manevra yeteneklerinden çok aksiyon adamı olması, yerde de iş görebilmesidir. Dünyayı dolaşmak pahasına da olsa eve dönme içgüdüsü hiçkimse de bu kadar baskın değildir. Hikayesi esaret altında bulunan tüm askerlere güç ve moral vermiştir.
****Ekşi Sözlük'teki anglachel isimli yazardan alıntıdır.
Bahsi geçen şahsın hayatı daha sonra One that got away isimli filmde beyaz perdeye aktarılmıştır.
http://www.imdb.com/title/tt0050803/?ref_=fn_al_tt_2
30 Ocak 2014 Perşembe
29 Ocak 2014 Çarşamba
27 Ocak 2014 Pazartesi
Hissizlik
''Kolaydır ölmek, çünkü sonunda hissizlik vardır. Zor olan yaşayabilmektir.''
Paketteki son sigarayı da
söndürdüğünde kafasındaki kara bulutlar bir anlık da olsa dağılmıştı. - Sigara
içtiğini söndürdüğünde fark etmişsen ‘geçmiş olsun’ durumundasın. - İki şişesi
daha vardı ve en yakın büfeye uğrayıp Camel alması gerekiyordu. Çok garipti.
Daha birkaç saniye önce kafasında bambaşka düşünceler varken, kendini içinden
çıkamayacağını düşündüğü bir kuyuda görürken, nereden gitti, kafayı sigaraya
taktı. Hem zaten bırakması gerekiyordu, öksürtüyordu günlerdir. Dakikalar
geçtikçe dalga sesleri daha da artıyor, gece ayazı yüzüne daha da şiddetli
vuruyordu. Dertleşmek için birine ihtiyaç duyuyordu. Ya da duymuyordu, böyle
iyiydi. Eli sürekli telefonuna gidiyordu birini aramak için. Ama kimi
arayacaktı… Bir yudum daha aldı. Ve sonunda o soruyu kendine sorma cesaretini
buldu. “Nasıl? Nasıl oldu da bu hale düştüm.” İçinde yaşama sevincine dair tek
bir emare yoktu. Eskiden var mıydı ki? Biraz olsun vardı ama şimdi hiç yoktu.
Annesinin o askerdeyken ördüğü kalın siyah atkıyı burnuna kadar kaldırdı. Ayaz
kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Arada bir çaprazında oturan
kadınların kahkahalarına odaklanıyordu. Hemen hepsi 40 yaş üstüydü ve hayatlarında
bir değişiklik olsun diye sahile indikleri her hallerinden belliydi.
Sohbetlerinin sıcaklığı gece ayazını bastırmaya yetiyordu. Onları imrenerek
izledi. Aynı anda, önünden geçen çaycının nefret dolu bakışlarını da
hissedebiliyordu. Çaydanlık, küp şeker paketi, plastik bardak ve
karıştırıcıları küçük bir sırt çantasına sığdırmayı başarmıştı. Bunun haklı
gururuyla ve ‘heheyt burada taze sıcak çay var sen hala soğukta
don salak seni’ bakışıyla önünden yavaşça geçti. Kafasını bir ara tekrar denize çevirdi.
Dalgalar beynini yeniden içine çekti. Ne istediğini düşündü o an. Sonra zamanın
onu aksi yöne götürdüğünü fark etti. Evet her insan hayatta bir şeyler istiyor
İstediği olmazsa yıkılıyor, toparlanınca yeniden istemeye devam ediyor. Ama
onun için öyle değildi. Yazdığı senaryo tutmadı evet ancak bu saatten sonra her
şeyin dört dörtlük olmasının da bir anlamı yoktu. Onun için tren çoktan
kaçmıştı.
Onur Aksoy
26 Ocak 2014 Pazar
The Hateful Eight
“Karakterli olmak,
karakter olmak için yeterli değildir.” The Wolf
Pulp Fiction – 1994
Yok birader. Öyle üç beş korsan DVD alınca, internetten
şarkı indirince emek hırsızı filan olmuyorsun. Amerikalılar yaptığı olağanüstü
hareketle ‘Hırsızlık öyle değil böyle olur’u layıkıyla gösterdiler. Quentin
Tarantino, yeni filmi 'The Hateful Eight’in
senaryosunun internete sızmasıyla projesini rafa kaldırma kararı aldı.
Zaten yeni film çekeceğinin haberini alınca sevincimizle
üzüntümüz bir olmuştu. Değil vizyona girecek tarih, henüz filmin çekimlerine
başlanmamışken, hatta oyuncu kadrosu bile tamamlanmamışken yeni film açıklaması
niye yapılır? Ya da niye yaptı? Tarantino’nun reklama mı ihtiyacı var? Bu
konuda büyük yanlış yapıldı, bence biraz daha beklenmeliydi. (ki tek yanlışı bu
değil) Ancak bu olayda sadece emek hırsızlığı yok, işin içinde biraz da ihanet
var. ‘The Hateful Eight’ tıpkı ‘Django Unchained’ gibi western türü bir
film olacaktı. (hala olacaktı demek kanıma dokunuyor, topunuzun köküne kibrit
suyu e mi) Tarantino, Django’yu çekerken çok eğlendiklerini ve bu yüzden yeni
filminin de Western türü olacağını açıklamıştı. Filmin kadrosu da yavaş yavaş
belli oluyordu. İşte kritik nokta burası… Ünlü yönetmen, senaryoyu filmin
oyuncularından Michael Madsen, Bruce Dern ve Tim Roth’a gönderdi. Bu üç
aktörden biri de senaryoyu menajerine okuttu. Ve o yavşak menajer de her kimse,
senaryoyu tüm Hollywood’a dağıttı. Böylelikle internete sızan ve yayılan
senaryo hiç oldu. (Allah o menajere Marsellus Wallace’ın dramını yaşatsın başka
da bir şey demiyorum) Olayın açığa çıkmasıyla usta yönetmen resti çekti. “Eğer
bu insanlara güvenemeyeceksem, bu filmi yapmak için bir arzum da yok” diyerek,
sikerim filmini de westernini de atarını yaptı ki şu saatten sonra yapılacak en
delikanlıca hareketti. O kadar kolay güvenmeyecektin arkadaş.
Tıpkı diğerleri gibi son dönemde çıkan ‘Inglourious Basterds’ ve ‘Django
Unchained’ filmlerini de defalarca izleyip bir çırpıda tüketen bizler de
böylece yeni film yerine kol saati almış olduk, hayırlı olsun. Emeği geçen
herkesin…
Onur Aksoy
Onur Aksoy
Instant Crush
Kandırılmıştık. Zannediyorum hayatımızın geçmiş 2-3 hatta 4-5 yılının en iyi özetiydi bu kelime. Birileri hayatımıza istemsizce girmişlerdi. Aptallık bizdeydi çoğunlukla, onların fütursuzca hayatımızı alt-üst etmesine ses çıkarmamıştık. Hatta mutlu bile olmuştuk. Sonrasında ise hiç kimseye sormadan bizi bize bırakıp gitmişlerdi. Ama dediğim gibi suç onların değildi. Bizimdi. Biz onları kendimizde bu kadar yaşattık, biz onları vazgeçilmez kıldık. Nihayetinde hüsranı yaşayan yine biz olduk.
En basitinden. Galata Köprüsü'ndeki o mekanda başlamıştı her şey. Filmlerdekinin aynısı. Ufak bir bakış ne çok şey ifade ediyordu. Sonrası ayakların yerden kesilmesi... İnsanın havalara uçmasını yaşadım. Aynı hızda yere çakılışını da. Bir kısa sms. Ve zaman durdu... Çok mu hızlı??
Şimdi dönüp arkaya bakıyoruz ya. İşin en can yakıcı kısmı burası işte. Onlar hiç arkaya bakmıyor. Belki de doğrusunu yapıyorlardır bilmiyorum. Ama bizim bir gözümüz hep arkada kaldı. Ya bir gün çıkıp gelirse umuduyla yaşamak kadar kötü bir şey yok. Biz yaşadık. Her defasında söz bir şekilde onların ne yaptığına geldi. Bazen yurt dışındaydı bazen burda, bazen arkadaşlarıyla. Hep bir iz bırakmıştı arkasında kimisi. Kimisi de hiç iz bırakmadan meçhule gitmişti. Ulan bu devirde bir insan ardından en ufak bir hatırat bırakmaz mı? Ya da bu derece mi ulaşılamaz olur? Oluyor işte. Oldu.
Hala dönüp kendimize kızıyoruz. Nasıl bu denli aldanabildik diye. O vakitler gözümüze perde inmiş de haberimiz yok. Bir şeyler bizi efsunlamış bunun başka bir açıklamasını bulamıyorum. Yoksa bir insan, hayatının tamamını başkasının ehl-i keyfine endeksler mi? Biz onu da yaptık.
Şu zaman yine bu hataya düşmüş birisi var çok yakınımda. Uyarsak da nafile. O hep bizim gittiğimiz yoldan gidiyor. Sonu bize benzemesin ne diyelim.
Bugüne kadar iyi veya kötü pek konusunu açmamıştım onun. Gece yastığa kafamı koyduğumda aklıma gelirdi bir de sabah uyandığımda. Ama hiç sözünü etmezdim. Unutmaya çalışırdım ama o bir şekilde hatırlatırdı kendini. Bazen derdim ki ''ulan hıyar çoktan çekti gitti o, neyin afra tafrasındasın??'' Ama bu akşam ne olduysa yazmak istedim onu. Belki böylesi daha iyi olur....
Ben veya biz neyse işte. Hiçbir zaman mükemmel değildik. Ama Maradona gibiydik. En iyi olmayanların En Güzeli...
25 Ocak 2014 Cumartesi
24 Ocak 2014 Cuma
Bir ManU Hatırası
Pazartesi sabahı kanalın bahçesinde aklımıza geldi. Twente maçına gitmeyi planlarken… Yahu dedik ona gideceğimize neden Beşiktaş - Manchester maçına gitmiyoruz? ManU zaten farkı koyacak… O kadar üzgün Beşiktaşlı’yı izlerken resmen futbol orgazmı yaşarız. Zaten Twente maçı da kol gibi, 55 Tl. Düşündük, düşündük ve araya kallavi tipleri de sokarak iki yeni açık bileti bulduk. Gerçi iki bilete 150 Tl bayıldık ama olsun. Getirisi bol olacaktı.
Bileti elime aldığımda içimi amaçsız bir heyecan kapladı. Sebebini sonradan anladım. Elimde Manchester maçı bileti vardı yaa… Ötesi var mı? Şaka gibiydi. Çocukluk takımımın maç biletini elimde tutmak. Rakibin Beşiktaş olması gram ilgimi çekmiyordu. Tabi yaygara koparılan efsane Çarşı’yı da merak etmiyor değildim. Kırmızı şeytanları taraftarlarının arasında izlemek isterdim hep. Old Trafford’a niyet İnönü’ye kısmetmiş…
Kaderin cilvesi…
YOLCULUK
19:30’da yola çıktık. Kanalın servisiyle Beşiktaş’a kadar geldik. Her zaman olduğu gibi yine trafiğe takıldık. Şoför bizi ara yollara filan soktu. Servisten indiğimizde kendimizi bir anda yeni açık girişinde bulduk. Etrafımda Beşiktaş formalı yüzlerce herif… Bahçeli’yi aratmayan bağırışları ve yaratıcı tezahüratları… Tabi arada (yok yok kabul sürekli) Fener’e küfrediyorlar. İç çekip yoluma devam ediyorum. Hep birlikte ilk kontrol noktasından geçiyoruz. Aman ya rabbi… Bildiğin Çin işkencesi… Koca yeni açık için sadece iki kapı açık… Az biraz daha taraftar sayısı stada girmeden çoğalacaktı. Başladık stat görevlilerine yüklenmeye. Saraçoğlu’nun gözünü seveyim. Ne lan bu? Sırat köprüsü gibi.
Neyse ikinci kontrol noktasını da tez atlattık. Polislerin arama adı altındaki tacizinin ardından yeni açığın kapalıya yakın bölümüne yol aldık. Tozlu koltuğu silip yerime kurulunca derin bir oh çektim.
Ve sonra eşsiz manzaraya bakakaldım…
İNÖNÜ STADI
The Times’in “Dünyanın En İyi 10 Stadı” sıralamasında, İnönü’yü de görünce ‘Hastır lan’ demiştim. Zaten ilk bakışta aklıma gelen o oldu. Harbi heriflerin bildiği bir şey varmış. Enfes boğaz manzarası… Yanında cami… Taksim’e doğru kocaman bir otel… Numaralı’daki godamanlar… Ve hemen arkasındaki beleştepe… Ey gözünü sevdiğimin Türkiyesi…
Maçın başlamasına 25 dakika var ve stat yavaş yavaş doluyor. Arkamda kızlı erkekli bir grup… Yanımda Fener'e ve Cimbom'a laf sokan bir tip… Dayanamadım döndüm.
“Birader Manchester’la oynuyoruz yahu. Cimbom’la veya Fener’le değil. Ona küfret.” Sanki espri yapıyormuşum gibi hafifçe sırıttı… “Olsun abi onlara geçirmeden de olmaz” Ne diyebilirsin ki…“Eyvallah moruk”…
Derken Manulu oyuncular ısınmak için sahaya çıktı. Yuhalamalar eşliğinde elime kamerayı aldım. Ve başladım çekmeye. Nani, Carrick, Valencia, Rooney derken işte dedim…
Çocukluk masallarımdan biri gerçeğe dönüşüyor.
MANCHESTER UNITED’I ÇIPLAK GÖZLERLE İZLEMEK
Kabul ediyorum. 30 bini aşkın Beşiktaşlı’ya inat Manchester’ı tuttum. “Bırakamam deli gibi seviyorum” demiş atalarımız. İki takım da sahaya çıktığında büyük bir gürültü koptu. Top santraya dikildiğinde herhalde ben hariç herkes üçlü çekmeye başladı. Çarşının bu ilk atraksiyonunu beğendim. Zaten 70. dakikaya kadar başka bir şeyini de göremedim. Oyun bir süre sıkıcı gidince anladım ki beklediğim fark gelmeyecek. Ancak büyük bir takımı televizyon yerine canlı izlemek gerçekten bir başka. Sahadaki duruşları, pozisyon alışları, kademeleri, birbirleri ile mesafeleri, soğukkanlılıkları. Sanki futbolu yeni öğrenmeye başladım…
Beşiktaş ise bildiğimiz gibi. Dakikalar yetmişi gösterdiğinde Çarşı sahne aldı. “Sonunda!” dedim. Beş dakika maçı bıraktık hep birlikte onları izlemeye başladık. Bir ara sanki futbolcular da gözlerini kaçırıyorlardı. Benim bulunduğum bölüm ile kapalı tribün sanki haftalarca çalışılmış bir koreografiyi sergiliyordu. Ondan sonra Çarşı ile ilgili teşhisi koydum. Bu adamlar takımlarını desteklemek için burada değiller. Öncelikli amaçları kendilerini eğlendirmek ve şekilcilik… Bunu da gayet iyi başarıyorlar. Tabi stadın genelinden bahsetmiyorum. Herkesin fikrine saygı duyarım ama bence taraftarlık bu değil. Nitekim iki dakika sonra gol geldi…
Koca stat, heyecan içinde bir devi devirebiliriz düşüncesi ile şarkılar söylerken kıskançlıktan çatlayan ben, Scholes’ün golünün ardından, o sessizlik içinde ne hale gelmişimdir siz tahmin edin…
Tarifi imkansız…
Dakikalar hızlı geçerken taraftarlar da stadı yavaş yavaş terk ediyordu. Sinirlerini gözlerinden okuyabiliyordum. İşte budur dedim. İyi ki bu an buradayım. Son düdükle birlikte çıkışa doğru yol aldık. Denizli’ye küfrederek geçenler mi dersin, tüpçüye sallayanlar mı?
Stadın Beşiktaş gibi merkezi bir yerde bulunmasına karşın özellikle arabasız gelenlerin dönüşte ne kadar sıkıntı çektiğini anlatmayacağım. Ulan Manchester orada Beşiktaş’ı yenmiş. Ben Taksim’e yürüyerek çıkmışım çok mu?
Eve geldim ve hayattan bir gün daha gitti. İnönü, Çarşı ve en önemlisi Manchester United ile ilgili anlatacağım bir anım vardı artık…
Bu yeterdi.
Onur Aksoy.
Yaklaşık beş yıl önce yazılan bir yazı. Bu aralar pek kabız olduğumuzdan eskilerden kakalamaya çalışıyoruz. Hiç ummadığınız bir anda değişecek.
23 Ocak 2014 Perşembe
Katyn
Sovyet Rusya tarafından gerçekleştirilen ve Stalin'in bizzat emrini verdiği, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmış en büyük katliamlardan biridir Katyn. 1939 yılında Polonya bir taraftan Nazilerin diğer tarafta Sovyetlerin saldırısına uğrar. Bu aslında planlanmış bir paylaşımdır. Bu planın temelleri aynı yıl içinde yapılan Molotov-Ribbentrop(Sovyet ve Nazi devletlerinin dışişleri bakanları) paktında atılmıştır. Almanların Polonya'ya saldırması sonrası Fransa ve İngiltere'ye güvenerek Almanya'ya direnen Polonya ordusu dönemin teknoloji harikası Alman silahları karşısında etkisiz kalmıştır. Bunun üzerine Rusya da harekete geçmiş ve bu ülke aslında tamanen birbirine zıt kutuplar gibi dursa da iki faşist yönetim arasında paylaşılmıştır. Esir alınan Polonyalı subayların bir kısmı Sovyetler tarafından serbest bırakılırken, kalanlar gözetim altında tutulmuştur. Nedeni ise basittir. Sovyetler bazı subayları ''tehlikeli'' olarak düşünmüş ve infazına karar vermiştir. Emri de bizzat Stalin vermiştir. Emri uygulayan Blokhin isimli Sovyet subayı daha sonra ''üstün'' hizmetleri dolayısıyla Stalin tarafından madalyalara boğulmuştur.
Olay 1943 yılında Katyn Ormanı'nda Alman askerlerinin toplu mezarlar bulmasıyla ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 20.000 asker tek tek kafalarına kurşun sıkılarak öldürülmüştür. Olayı öğrenen İngiltere durumu örtbas etmek için epey uğraşmıştır. Çünkü o sırada Sovyetler Nazilerin üstüne gümbür gümbür gitmektedir. Durumun ortaya çıkması halinde müttefikler arasında çatışmaların çıkacağından endişe eden İngiltere bu olaya ait tüm istihbarat belgelerini yok etmiştir.
Sonraki yıllarda katliamı hangi ülkenin yaptığı hep tartışma konusu olmuştur. Batılı bilim adamları ve yine batılı kaynaklar ''Sovyetler yaptı'' derken, Sovyet kaynakları, bunun emperyalistlerin bir oyunu olduğunu ve katliamı nazilerin gerçekleştirdiğini iddia etmiştir. Sovyetler en büyük argüman olarak katliamda kullanılan silahları göstermiştir. Kullanılan silahlar Alman yapımı Walther p2'dir. Lakin ortaya çıkan belgeler göstermektedir ki 1939 öncesi Sovyetler ve Nazi Almanyası arasındaki ticaret ilişkileri çok iyi durumdadır. Almanlar Ruslara silah, mühimmat, savaç araç ve gereçleri satarken, Ruslar da Orta Asya petrolleri ve tahıl göndermektedir. Hatta Hitler'in Fransa üzerine giderken kullandığı tankların ve savaş araçlarının yakıtlarının Rusya'dan geldiği söylenir. Katliamda kullanılan silahlar Almanların Ruslara sattığı silahlardır.
Soğuk Savaş dönemi sonrası Rusya bu olayla ilgili arşiv belgelerini gün ışığına çıkarmıştır. İlk olarak Gorbaçov, olayın sorumluluğunu üstlendiklerini söylemiş ve Stalin'in imzaladığı katliama yönelik belgeleri göstermiştir. Geçtiğimiz günlerde de devlet başkanı Medvedev bu belgeleri Polonya Başbakanı'na iade etmiştir.
Not: Zannedersem 2-3 yıl evvel yazdığım bir yazıydı bu. Andrzej Wajda'nın Katyn isimli filmini izledikten sonra derlemiştim. Hatta sonradan öğrendiğime göre yönetmenin babası da bu katliamda öldürülmüş.
Old Boy
"Fenerbahçe son
kaledir, teslim olmaz" Aziz YILDIRIM - 21 Ocak 2014
Fonda çalan müzik Chan-wook Park'ın yönettiği 2003 yapımı
"Old Boy" filminden alınmıştır. Sadece bu şarkı değil filmdeki bütün
şarkılar adamı yamultan cinstendir. Filmi konuşmuyorum bile... Güney Kore'nin
dünyaya armağan ettiği en büyük şaheserdir kanımca. Tarantino da öyle düşünüyor
ki Cannes'da bu filmin ödül alması için lobinin dibine vurmuştur. İzlemeye
karar verirseniz eğer, filmin sonuna en az bir saatlik dumur payı bırakın
benden söylemesi. Her neyse... Videoda çalan şarkının adı "In a Lonely
Place" Dört duvar arasında 15 yıl nedensiz yatan Dae-su Oh reyizin dramını
anlatıyor. Fransa'dan hapis yatmaya gelen yerli "Old Boy" için ne
kadar da manidar bir şarkı değil mi?
Not: Allah belanı versin
Woo-jin Lee, gece gece yine aklıma geldin… Öyle intikam mı olur lan!Onur Aksoy.
Gece Yine Bekleriz!!
Dehşet dolu gözlerle etrafı süzünce
anladı. Sığınmak büyük bir bilinmezlik… Ne bir kaçış ne de
çare… İçinde az miktar güvensizlik barındırıyor. Sığındığın
yeri ya da kişiyi kestiremezsin. Hele cehennemden kaçıp gelmişsen
her şey gözüne batar. Kaçtığın şey ne kadar vahimse
sığındığın yer o kadar güvensiz oluyor. Ama onlar için durum
farklıydı. Hayatlarını esir alan sistemin zebanilerine karşı
savaşmak onları çok yormuştu. İki şeye ihtiyaçları vardı; Su
ve temiz hava… Bunları karşılayan her yer onlar için
sığınılacak bir limandı.
Gecenin karanlığında kendilerini zor
atmışlardı içeri. Aslında atamamışlardı, her kapı gibi orası
da kendilerine kapalıydı. Öyle çaresizlerdi ki ısrar, baskı ve
tehdit sonucu anca içeri girebildiler. Salona alındılar,
görevliler su ve yiyecek getirdi. Oysa tek istekleri nefes
alabilmekti ve neyse ki saatler sonra derin nefes almaya başladılar.
Kaç gündür eve gitmediklerini kendileri bile unutmuştu. Korku,
endişe, panik onları herkese düşman yaptı. Kimseye
güvenmiyorlardı artık, hiç kimseye. Görevlilerin bakışı
yüreklerini yakıyordu. ‘Zaten işimiz başımızdan aşkın bir
de sizlerle uğraşıyoruz, gidin evinize, huzur verin biraz’ der
gibiydi her halleri. Gerçi işin aslı öyle değildi ama onlar öyle
hissediyorlardı.
Kapıdan girdiği anda ortamın
kokusunu içine çekmeye başladı. Parfüm kokusuna hasret kaldığını
hissetti o an. Savaştan dönen kralın saraya girmesi gibi bir şeydi
onunki de. Tek fark savaş hala devam ediyor, sonunu ise
kestiremiyordu. Loş ışık, deri koltuklar, şık biblolar, takım
elbiseli görevliler ve klasik müzik… Hayır, böylesi değişim
çok fazlaydı. Duvarın diğer tarafında nefes dahi alamıyorken
üstelik… Görevlinin gösterdiği yoldan salona girdi. Hala
öksürüyordu. Masanın üstündeki su şişelerinden birini aldı,
kana kana içti. Koca salonda oturacak yer bulamıyordu. Kolay değil,
yerde uzanan yüzlerce kişi vardı. Umutsuz ve yorgun bakışların
arasında kalmıştı. Öyle korkmuş ki herkes, kimileri hala
maskeleri ağzında tutuyordu. Uyurken dahi… Hemen üst
katlarındaki lüks odalarda onlara çok uzak bambaşka hayatlar
vardı oysa. ‘Çok garip’ diye düşündü. Derken salonun
köşesindeki bir piyano ilişti gözüne. Ve piyanonun üstünde
yatan iki sevgili… Sanki kıyamet kopsa birbirilerinden
ayrılmayacaklardı. İkisinin de üstü toz içindeydi. Maskeleri
yüzünde, gözlükleri başında, sırt çantaları omzundaydı.
Aslında içeride yatan herkes o iki sevgili gibiydi. Marjinallerdi.
Derin uykudaydı çoğu. Kağıt oynayan bir grup genç ise sessizlik
yemini etmişti sanki. Hemen yanlarındaki kız kitap okuyordu.
Etrafı süzerek odadaki ilerleyişini
sürdürdü. Boş bulduğu bir kirişe sırtını yaslayarak oturdu.
Odanın en köşesindeki bir çocuğun koluna pansuman yapan, baştan
aşağı siyah giyinmiş o kızı gördü. İçerideki herkese
bakıyordu ama onu gerçekten gördü. Gözleri öylesine daldı ki,
hayat birkaç dakika simsiyahtı onun için. Dalgınlığı yanına
gelen başka bir kızın omzunu dürtmesiyle son buldu. Simit uzattı
sert bakışlarla. İkram değildi onunki, bir emirdi. “Güçlü
kalmak için bunu yiyeceksin” bakışıydı. İçeride bulunduğu
her saniye şaşkınlığı daha da artıyordu. Orası cennet
olamazdı, yoksa cenneti az mı tarif etmişlerdi şu zamana kadar!
Yaşadıkları onu bambaşka bir insana
çevirmişti. Artık sadece bakmıyordu, gözleri okuyabiliyordu da.
Salonda yatanları da tek tek okudu. O gözler ki derinlerde çok şey
saklıyordu. Yanı başında not defterini karalayan genç hariç…
Kalemi defteri yere bırakıp tuvalete gittiğinde eli fütursuzca
çocuğun defterine gitti. Bir an tereddüt etti ama yine de
defterdeki o bıçak gibi cümleyi okudu. “Neden kimse bizi
sevmiyor?” O an içi bir kez daha yandı. Önündeki güruhun
ruh halini yansıtan daha iyi bir cümle olamazdı. Sevilmiyorlardı,
düşman gibi görülüyor, tepki çekiyorlardı. Kendini onların
yerine koydu ve defteri bırakıp, önünden geçen görevlilere
içinden haykırdı. “Biz de sizi sevmiyoruz.”
******
Sigara içmek için dışarı
çıktığında ortamın biraz daha sakinleştiğini gördü. Saat
9’a geliyordu. Gaz bulutu dağılmıştı. Sabah ayazı yerini
kavurucu yaz sıcağına bırakmıştı. İçeride ise sıcaklık hep
aynıydı. Görevliler ise bambaşka bir hareketliliğin içindeydi.
Kapının önüne gelen turistleri ağırlıyor, onlara yol
gösteriyorlardı. Çalışanlar lobideki deri koltuklarda oturan
misafirlere ikram üstüne ikramda bulunuyordu. Hizmette sınır
tanınmıyordu. Son günlerde yaşanan kaos herkesin dilindeydi. Yan
salonda yerde yatanları kimsenin görmemesi için otelde adeta
seferberlik ilan edilmişti. Tekrar içeri girdi. Salondakiler
görevlinin çevresini sarmıştı. Ne olup bittiğini bir an
anlamadı.
Orta yaşlı, yuvarlak suratlı
görevlinin bakışları hiç hayra alamet değildi. Artık vakit
gelmiş, dinlenme bitmişti, herkesi dışarı çıkarma vaktiydi.
Hani “Yapacak bir şey yok ben de emir kuluyum” ve muadili
cümleler vardır ya… Böylece hem suç başkasına atılır, hem
kolaylıkla işin içinden çıkılır. İşte ona benzer şeyler
söyledi görevli. “Saat 9 oldu, müşteriler geldi, biz de
mesaiye başlıyoruz, kusura bakmayın çıkmanız gerekiyor. Yapacak
bir şey yok” O bunları söylerken kalabalık yorgun ve
çaresiz çıkış kapısına doğru yöneldi. Sığındıkları son
yer de onları kapı dışarı etmişti. Bundan sonra ne
yapacaklardı, gece, sonraki gece, bir sonraki gece, zebanilerden
kaçarken nereye sığınacaklardı? Onlar için umut tükenmişti.
*****
O da görevlinin yanında çantasını
ve malzemelerini topluyordu. Bir anda kopan alkış tufanıyla neye
uğradığını şaşırdı. Kafasını eğip kaldırmasıyla çaresiz
insanlar gitti, yerlerine umut dolu gözler gelmişti. Meğer yalnız
değillermiş, meğer dışarıya hissettirmeseler de içten içe
onlara arka çıkan birileri varmış. Sloganlara mırıldanarak,
yüzlerdeki gülümsemeye ise kahkahalarıyla eşlik etti. Görevlinin
ağzından samimiyetle çıkan tek cümle oradakilerin hayatını
bahara çevirmeye yetmişti çünkü. Umutlarını arttıran,
mücadelelerinde yalnız olmadıklarını gösteren o cümle…
“Ha bu arada gençler, gece yine
bekleriz, yalnız bırakmayın bizi. Anladınız siz”
Onur Aksoy.
21 Ocak 2014 Salı
Yorgunum...
Böyle dedi Aziz Yıldırım havalimanına indiğinde. Belli ki bu fiziksel değil de mental bir yorgunluktu. 3 yıldır haklı veya haksız bir mücadelenin içerisindeydi. Düştü, kalktı, sendeledi ama hiç geri adım atmadı. Bu adamın seveni sevmeyeni çoktur ama herkesin birleştiği bir nokta var ki bu adam hakikaten gözü kara bir adam. Çıkıp savaşıyor kardeşim. 3 yıldır savaşıyordu. Sonunda Yargıtay veya işte o hep bahsedilen paralleller son sözü söylemişti. Kaybetmişti.
Kendisinin çok sürpriz bir durumla karşılaştığını düşünmüyorum. Zaten beklenen bir karardı. Şimdi yeniden yargılama v.s lafları dolaşıyor ama olan oldu artık. Belki de Fenerbahçe tarihinde bir dönem kapandı.
Kulübü bir noktadan alıp nerelere getirdiği zaten malum. O konuda söylenmemiş bir şey kalmamıştır lakin özellikle son zamanlardaki yönetim tarzına hep karşı çıkmıştım. Kulüpte tek adamlık hakimdi. Muhalefet zaten 3 Temmuz'u gördüğü için sesini pek yükseltemiyordu. O istediği için Aykut bu kadar zaman takımda kaldı, o istediği için Aykut takımdan ayrıldı. Yine o istedi diye Alex sille tokat bu memleketten gönderildi. Kurumsallık kurumsallık diye hergün büyük büyük konuştuktan sonra kameraların karşısına geçip twit mwit demek yakışmadı o makama.
Bu akşam şu karşılama görüntülerini izleyince aklıma düştü. Ulan o hep eleştirilen Rte karşılamaları gibi olmadı mı? O da alana indiğinde otobüsün tepesine çıkıp birilerine atarlanmıyor muydu? Çıkıp meydan okumuyor muydu? Belki abartıyorumdur ama bence bu iki ismin tek ortak özelliği Fenerbahçeli olması değil. Yönetim tarzları da hemen hemen birbirinin aynısı. Fenerbahçe'de de hükümette de onlar ne derse o!!
Rte'yi kefenle karşılamaya gelenlerden bir farkı var mıydı bu akşam Sabiha Gökçen'e gidenlerin. Veya Aziz Yıldırım maskesi takıp stada gidenlerin? Futbolumuzda da, siyasetimizde de holiganlar var. Mantlıklı düşünemiyoruz yahu. Şimdi ben bunları bir dost meclisinde söylesem ya Fenerbahçe düşmanı olurum ya Galatasaray sempatizanı. İşte gelinen nokta da o. Aziz Yıldırım'a karşıysan Fenerbahçe düşmanısın.
3 Temmuz süreci için de bir kaç şey söylemek gerekiyor bu bağlamda. Ömrümün sonuna kadar şike yapmadığımızı izlediğim maçlar neticesinde savunacağım. O maçlar temiz efendiler. İzledik, gördük, yaşadık o Sivas maçının son dakikalarını. Ama saha dışında geçenlerde Gürcan Bilgiç'in de yazdığı gibi kapıya anahtar sokulmuş ama çevrilmemiş midir? Onu bilmemiz gerçekten mümkün değil. Tapelerde kişisel olarak anlam veremediğim kısımlar var ama bunlar bu camianın 3-4 yılına kan doğratacak şeyler miydi onu da parallellerin vicdanına sormak lazım...
Son söz..
Kendisinin çok sürpriz bir durumla karşılaştığını düşünmüyorum. Zaten beklenen bir karardı. Şimdi yeniden yargılama v.s lafları dolaşıyor ama olan oldu artık. Belki de Fenerbahçe tarihinde bir dönem kapandı.
Kulübü bir noktadan alıp nerelere getirdiği zaten malum. O konuda söylenmemiş bir şey kalmamıştır lakin özellikle son zamanlardaki yönetim tarzına hep karşı çıkmıştım. Kulüpte tek adamlık hakimdi. Muhalefet zaten 3 Temmuz'u gördüğü için sesini pek yükseltemiyordu. O istediği için Aykut bu kadar zaman takımda kaldı, o istediği için Aykut takımdan ayrıldı. Yine o istedi diye Alex sille tokat bu memleketten gönderildi. Kurumsallık kurumsallık diye hergün büyük büyük konuştuktan sonra kameraların karşısına geçip twit mwit demek yakışmadı o makama.
Bu akşam şu karşılama görüntülerini izleyince aklıma düştü. Ulan o hep eleştirilen Rte karşılamaları gibi olmadı mı? O da alana indiğinde otobüsün tepesine çıkıp birilerine atarlanmıyor muydu? Çıkıp meydan okumuyor muydu? Belki abartıyorumdur ama bence bu iki ismin tek ortak özelliği Fenerbahçeli olması değil. Yönetim tarzları da hemen hemen birbirinin aynısı. Fenerbahçe'de de hükümette de onlar ne derse o!!
Rte'yi kefenle karşılamaya gelenlerden bir farkı var mıydı bu akşam Sabiha Gökçen'e gidenlerin. Veya Aziz Yıldırım maskesi takıp stada gidenlerin? Futbolumuzda da, siyasetimizde de holiganlar var. Mantlıklı düşünemiyoruz yahu. Şimdi ben bunları bir dost meclisinde söylesem ya Fenerbahçe düşmanı olurum ya Galatasaray sempatizanı. İşte gelinen nokta da o. Aziz Yıldırım'a karşıysan Fenerbahçe düşmanısın.
3 Temmuz süreci için de bir kaç şey söylemek gerekiyor bu bağlamda. Ömrümün sonuna kadar şike yapmadığımızı izlediğim maçlar neticesinde savunacağım. O maçlar temiz efendiler. İzledik, gördük, yaşadık o Sivas maçının son dakikalarını. Ama saha dışında geçenlerde Gürcan Bilgiç'in de yazdığı gibi kapıya anahtar sokulmuş ama çevrilmemiş midir? Onu bilmemiz gerçekten mümkün değil. Tapelerde kişisel olarak anlam veremediğim kısımlar var ama bunlar bu camianın 3-4 yılına kan doğratacak şeyler miydi onu da parallellerin vicdanına sormak lazım...
Son söz..
19 Ocak 2014 Pazar
Johnny I Hardly Knew Ya
Dün yine Teachers'ın o eşsiz playlistinden bir şarkıyla tanıştık. İşin ilginci öyle enteresan tınıları var ki aynı anda hem ben hem de karşımdaki toynaklı ''olum müthiş bi şey lan!!'' tepkisi verdik.
Bir de hikayesi varmış şarkının. İrlandalı bir gencin Britanya İmparatorluğu'nun gireceği bir savaş sebebiyle orduya alınması ve savaş sonunda kolunu ve bacağını kaybetmesi sebebiyle bu şarkı ortaya çıkmış. Her ne kadar pek uçuk kaçık bir versiyonunu dinlemiş olsak da bir nevi ağıttır. Sözleri 1860'larda yazılmış, şu an dinlediğiniz versiyonu Dropkick Murphys tarafından coverlanmış.
18 Ocak 2014 Cumartesi
Dibe Doğru
Henüz bir hafta geçmişti. Aslında hayat yoğunluğuna göre kısa bir süreydi ancak olan biteni unutmak için bu bir hafta ona fazlasıyla yetmişti. Hayatının akışını tek bir kelimeyle değiştirmişti oysa. "Arama" dedi ve o telefon bir daha hiç çalmadı. Hayal kurmak ona göre değildi. Kafasına eseni yaparken sonuçlarına katlanmaz ve gece yorganı kafasına çektiğinde dünyadan o anda kopardı. Tıpkı o sabah uyandığında yaptıkları gibi…
Kendisiyle hesaplaşmaya başladığı ilk gündü. Bir temmuz günü üzerine yorganı çekip yatmak akılsızlıktı ama ne yaparsın işte, alışkanlıktan başka bir şey değildi onunki. Kan ter içinde uyandı. O sabah cehenneme uyanacağını düşünüyordu ancak içi garip bir şekilde huzur ve mutluluk doluydu. Müziği açtı, kettle’a su koydu, duşa girdi. Çıktı. Kareli şortunu çekti, iki hafta önce terkos pasajından aldığı açık yakalı mavi tişörtünü giydi. Sütlü nescafesini hazırladı. Kahve kokusunu içine çekerken bir yandan lap topundan İstanbul-Çanakkale otobüs saatlerine bakıyordu. Sabah 6:45 otobüsüne tek kişilik cam kenarı yer ayırttı.Erken yol almak onun işiydi. Güç olsun geç olmasın diye düşünüyordu her zaman. Bu yüzden genç yaşına rağmen bir erkeğin hayatına çıkan somut engelleri O, bir bir aşmıştı. Kimle konuşsa bu durumu gururla anlatırdı. Kahvesinden son yudumu alırken karnının kazındığını hissetti. Buzdolabını açtı. Yumurta ve jelatine sarılmış bir parça kaşar peynirinden başka bir şey yoktu. Gerçi bu kadarı da enfes bir kahvaltı için ona yeterdi. Yumurtayı hayat arkadaşı gibi anlatırdı abisine. Abi derdi, “şu hayatta kimseyi kıramam ama bunları kırdım mı kendimi dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyorum”. Balkondan annesinin geçen yazdan stokladığıdomates soslarından bir kavanoz çıkardı. Kızgın tavaya bir miktar dökünce anında alev çıktı. Az biraz korksa da bu durum, kendini bir Fransız aşçısı gibi hissetmesine engel olmadı. Küçük şeyler ruhunu uzun zamandır sevindirmiyordu bu kadar. Böyle düşündü ve tek eliyle iki yumurtayı da kırarak hünerlerini kendisine göstermeye başladı. Kaşarı rendeledi, yumurtanın üzerine serpti, kapağını kapadı, ateşi kıstı ve mutfak balkonuna geçip bir sigara yaktı. Gözü daldı, onsuz geçirdiği bir haftayı düşündü.
Beklediğinden çok daha az sarsmıştıonsuzluk onu. Acaba bende mi bir sorun var diye düşündü ve her zamanki gibi yine düşünmeyi bıraktı. Oturma odasındaki yirmi yıllık zigonlardan en küçüğünü çekti, üzerine tava altlığını koydu. Bir an koymasam mı diye içinden geçirdi. Böylelikle sehpanın üstü is olur ve annesine o zigonları atmak için bahane çıkardı. Kendisine de masraf çıkar diye sonra vazgeçti. Omleti aldı sephaya koydu, çekmeceden iki gün önceden kalan üç dilim çavdar ekmeğini çıkardı.Telefonu yanına koydu, koltuğa oturdu. Mükemmel bir kahvaltı için her şey hazırdı artık. Ancak olmadı. Omleti ağız tadıyla yiyemedi. Aslında o andan sonra yediği hiçbir şeyden tat alamadı. Hayattan bile… Yaşam sevinci süresiz kayboldu. Çünkü o telefon son bir kez daha çaldı.
Onur Aksoy
Kendisiyle hesaplaşmaya başladığı ilk gündü. Bir temmuz günü üzerine yorganı çekip yatmak akılsızlıktı ama ne yaparsın işte, alışkanlıktan başka bir şey değildi onunki. Kan ter içinde uyandı. O sabah cehenneme uyanacağını düşünüyordu ancak içi garip bir şekilde huzur ve mutluluk doluydu. Müziği açtı, kettle’a su koydu, duşa girdi. Çıktı. Kareli şortunu çekti, iki hafta önce terkos pasajından aldığı açık yakalı mavi tişörtünü giydi. Sütlü nescafesini hazırladı. Kahve kokusunu içine çekerken bir yandan lap topundan İstanbul-Çanakkale otobüs saatlerine bakıyordu. Sabah 6:45 otobüsüne tek kişilik cam kenarı yer ayırttı.Erken yol almak onun işiydi. Güç olsun geç olmasın diye düşünüyordu her zaman. Bu yüzden genç yaşına rağmen bir erkeğin hayatına çıkan somut engelleri O, bir bir aşmıştı. Kimle konuşsa bu durumu gururla anlatırdı. Kahvesinden son yudumu alırken karnının kazındığını hissetti. Buzdolabını açtı. Yumurta ve jelatine sarılmış bir parça kaşar peynirinden başka bir şey yoktu. Gerçi bu kadarı da enfes bir kahvaltı için ona yeterdi. Yumurtayı hayat arkadaşı gibi anlatırdı abisine. Abi derdi, “şu hayatta kimseyi kıramam ama bunları kırdım mı kendimi dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyorum”. Balkondan annesinin geçen yazdan stokladığıdomates soslarından bir kavanoz çıkardı. Kızgın tavaya bir miktar dökünce anında alev çıktı. Az biraz korksa da bu durum, kendini bir Fransız aşçısı gibi hissetmesine engel olmadı. Küçük şeyler ruhunu uzun zamandır sevindirmiyordu bu kadar. Böyle düşündü ve tek eliyle iki yumurtayı da kırarak hünerlerini kendisine göstermeye başladı. Kaşarı rendeledi, yumurtanın üzerine serpti, kapağını kapadı, ateşi kıstı ve mutfak balkonuna geçip bir sigara yaktı. Gözü daldı, onsuz geçirdiği bir haftayı düşündü.
Beklediğinden çok daha az sarsmıştıonsuzluk onu. Acaba bende mi bir sorun var diye düşündü ve her zamanki gibi yine düşünmeyi bıraktı. Oturma odasındaki yirmi yıllık zigonlardan en küçüğünü çekti, üzerine tava altlığını koydu. Bir an koymasam mı diye içinden geçirdi. Böylelikle sehpanın üstü is olur ve annesine o zigonları atmak için bahane çıkardı. Kendisine de masraf çıkar diye sonra vazgeçti. Omleti aldı sephaya koydu, çekmeceden iki gün önceden kalan üç dilim çavdar ekmeğini çıkardı.Telefonu yanına koydu, koltuğa oturdu. Mükemmel bir kahvaltı için her şey hazırdı artık. Ancak olmadı. Omleti ağız tadıyla yiyemedi. Aslında o andan sonra yediği hiçbir şeyden tat alamadı. Hayattan bile… Yaşam sevinci süresiz kayboldu. Çünkü o telefon son bir kez daha çaldı.
Onur Aksoy
Bir Fotoğrafın Anısı
Ağzından çıkan her kelime mermi gibiydi. Onun gözleri
doluydu, benimki ise yaşlı… Ardından tek bir fotoğraf kaldı. Torunlarıma
anısını gururla anlatacağım bir fotoğraf…
******
Mesleğim gereği yıllardır Türkiye'nin ünlü ve saygın
isimleriyle bir araya gelme, sohbet edebilme şansım oldu. Kimilerini dinlerken
efsunlu efsunlu baktım, bazı sohbetlerin ise hayatım boyunca bitmemesini
diledim. Ama hiçbiriyle yan yana tek bir kare fotoğrafım olmamıştır. Kimsenin
yanına gidip 'bir fotoğraf çekilebilir miyiz' demedim. (Nedenini gerçekten
bilmiyorum, içimden gelmedi hiç)
******
Bir kişi hariç... Dedim ki ‘Ne olursa olsun bu adam bir gün Türkiye’den
gidecek ve o iğrenç gün gelene kadar bu adamla bir kare fotoğrafım olacak. O
fotoğrafı hayatımın sonuna kadar saklayacak, torunlarıma gururla anlatacağım.’
Dedim ama ne fayda, değil fotoğraf çekilmek kendisini stat dışında bir kere
canlı görmüşlüğüm olmadı. Kozmoz bana bu imkanı bir türlü vermiyordu. O ki 15
yaşımdan beri bana her türlü duyguyu yaşatan adamdı, o ki sevinçlerimin,
coşkumun kaynağıydı, o ki adam gibi adamdı. Gençliğimde yaşadığım her türlü
acıda, onun yaşattığı mutluluklara sığınıyor, kendimden geçiyordum. Sanki
attığı her golde, yaptığı her asistte diyordu ki “Onur takma olm bu kadar kafaya, siktir et bak çubuklu gene eziyor,
Allah başka dert vermesin” Hele bir
seferinde ne dedi biliyor musunuz; “Onur
olm bunların arenası var ya, oraya es kaza yolun falan düşerse içinden doyasıya
haykır. ‘Bunlara bu statta ilk biz koyduk’ de. Ne kafaydı di mi lan?
Puhahahahaa”
******
Lefter'in "3.
torunum" dediği adamla yan yana fotoğraf çektirmek için sekiz yıldır
her türlü fırsatı kolladım ama olmadı. Taa ki o melun günler gelene kadar...
Basın bir yandan, kulübün içindekiler bir yandan her gün saldırıyordu ona.
Yılbaşına kalmadan Türkiye'den ayrılacağı dün gibi belliydi. Gelişmeleri
endişeyle izlerken tek bir haber yetti son bir şansım daha olduğunu öğrenmeme.
Adına dikilen heykelin açılışı yapılacaktı. O da katılacaktı, ailesiyle
beraber.
******
O zamanlar kötü dönemdeydim. Biri sol omurgamı alıp
gitmişti, işsizdim, mesleğimden soğumuştum. 15 Eylül 2012 tarihini ise
sabırsızlıkla bekliyordum. Açılış o gündü ve ben ‘efsanem’le fotoğraf
çekilecektim. Tabi önümde birçok engel vardı. Kalabalık bir yandan, taraftar
grupları bir yandan, korumalar, basın... Saniyelerle yarışacaktım. Bunlar bir yana kafamdaki en önemli soruya
cevap bulmam gerekiyordu. İzdiham
arasında onu fotoğraf çekilmeye nasıl ikna edeceğim?
******
14 Eylül akşamı planı kafamda tasarladım. Yoğurtçu Parkı’na
bir saat erken gitmeye karar verdim.
Öyle giyinmem gerekiyordu ki, hem bir gazeteciyi andıracaktım, hem sade
olacaktım (dikkat çekmemem gerekiyordu), hem de fotojenik olmam lazımdı.
Aslında bir fotoğraf için en güzeli formaydı ama bu sefer taraftarım diye beni
içeri almayabilirlerdi. Gömlek giysem bu kez kavurucu sıcaktan dolayı yapış
yapış olacaktım ki hem rahat hareket edemezdim hem de fotoğrafta terli çıkmak
istemezdim. Giysi dolabının yanında kadınlar gibi düşünürken sonunda kararımı
verdim. Beyaz bir tişört… Hem sade, hem rahat, hem de foto muhabirini andıracak
düzeyde… (Ayıptır söylemesi beyaz bana da çok yakışıyor) Fotoğraf makinem
olmadığı için amcamın dijital makinesini aldım. Hayatım boyunca daima analog ve
organik olmayı savunuyordum ama bu kez belki de ilk defa amaca giden her yol
mübahtı benim için.
******
Sabah kalktım. Soğuk bir duş, üstüne güzel bir kahvaltı…
Kıyafetlerimi giydim, makinemi boynuma astım, sol cebime paramı ve cep
telefonumu, sağ cebime de sigara ve çakmağımı koydum. Planladığımdan daha erken
yola çıkmama rağmen metrobüste karşılaştığım manzara sonrası “Aha sıçtık”
dedim. Sadece Fenerbahçe taraftarı vardı içeride. ‘Metrobüs böyleyse Yoğurtçu
Parkı’nı düşünemiyorum’ dedim kendi kendime. Stadın çevresi de öyleydi, maç
öncesinde yaşanan atmosferin birebir aynısı. Hakikaten zor bir iş beni
bekliyordu. Kalabalığın arasında sıyrılarak hızlı hızlı yürüyordum. Migros’a
yaklaştığımda Yoğurtçu Parkı’ndaki taraftarın tezahüratları kulağıma kadar
geliyordu. Ve kalabalığı görmemle irkilmem bir oldu. Yok dedim, bu izdihamı
aşarak hayatta fotoğraf çektiremem. Benim işim yaş.
Hani bir hedefe yürürken karşınıza engeller çıkar, umudunuzu
yitirirsiniz ya, hani tam bu esnada biri çıkar karşınıza, o an farkında
olmazsınız ama amacınıza ulaşmaya çalışırken size eşlik eder. İşte öyle bir
kadındı benim için Tonton teyze. Ona Tonton diyorum çünkü alın o yanakları
canınız sıkıldıkça sıkın! 60 yaşında ya var ya yok… Sarı lacivert atkısı,
üzerine çektiği çubukluyla yanıma yanaştı.
-
Merhaba oğlum. Ya bu saatte niye bu kadar
kalabalık yoksa saatleri mi karıştırdım ben?
-
Yok efendim, aynı saatte. Erkenden gelmiş
herkes.
-
Hımm anladım canım sağol. Ben de derneğe geçeyim
bari.
-
Hangi dernek?
-
Fenerbahçe Gönüllüleri Derneği. Ben 40 yıldır bu
kulübe üyeyim.
-
Oww.. Ben
de sizinle gelebilir miyim? Basın mensubuyum da içeride biraz otururum.
-
Tabi evladım buyur gel. Bir çayımızı iç, dernek
başkanıyla tanıştırayım hem seni.
******
İçeriye girdik, çay içtik, sohbet ettik filan… O kısımlar
pek önemli değil. Sonra dernekten çıktım, Yoğurtçu Parkı’na geldim. Ancak
tahmin ettiğim gibi kalabalıktan dolayı adım atamıyordum. Önümdeki taraftar
engelini aşarsam heykelin çevresindeki barikata ulaşmış olacaktım.
Tezahüratlar, marşlar, şarkılar derken gıdım gıdım ilerleyerek 5 metrelik yolu
15 dakikada geçip ilk engeli atlattım. Barikata tutunup biraz soluklandım ve
bir sigara yaktım. Bu sırada bir gözüm giriş kapısındaydı. İzbandut gibi bir
adam kapıda bekliyor, kimseyi içeri almıyordu. İlk hamlemi gerçekleştirip içeri
girmeyi denedim. ‘Giremezsin yasak’ dedi. Basın mensubu olduğumu söyleyerek bir
hamle daha yaptım. Hangi kanal olduğumu sorunca o an patladığımı hissettim.
Ulan ben ne diyecektim. O zamanlar henüz flört halinde olduğum Artıbir Tv kanalında
çalıştığımı söyledim. Ki o sırada ortada kanal falan yoktu, birkaç ay sonra
açılacaktı. Her neyse… Koruma yine de alamayacağını, içeri sadece FB TV, NTV
Spor ve devlet kanallarının girebileceğini açıkladı. İşte o an yine patladığımı
düşündüm. Kapının önünde kalabalık o kadar fazlaydı ki korumayla tartışma
fırsatı bile bulamadım, beni iplemeden başkalarıyla kavgaya tutuştu. Derken
imdadıma CNN Türk ve Show TV haber ekipleri yetişti. CNN’ciler nasıl oldu
bilmiyorum içeri girmişti. Show TV ise kapıda bekletiliyordu. Bir süre sonra
onları da aldılar. Bu kez dayanamayıp atladım; “Kardeşim onları alıyorsun da
beni niye almıyorsun, haksızlık bu yaptığın” Yaklaşık beş dakika kapıda
tartıştık tam kazanmış, içeri girecekken kritik soruyu sordu; “Kurum kartını göreyim”
Hadi bakalım… Adam sordu ‘kurum kartı’ diye, ne yapacağız şimdi? Zaman kazanmak
için bir süre kartımı üstümde arıyor gibi yaptım. Tam bu esnada başka kanallar
içeri girmeye çalıştı. Onlar girerken birkaç taraftar aradan sıyrılarak içeri
daldı. Sonra birkaç taraftar, ardından birkaç taraftar daha… Koruma
panikleyerek içeri giren taraftarlara koştu. Ve böylece kapı açıldı. Önümde de
hiçbir engel yoktu. ‘Hobaa’ diyerek bir hışımla içeri girip, heykele yöneldim.
Artık içerideydim ve beni hiçbir güç oradan çıkartamazdı.
******
Heykelin önüne konuşma kürsüsü konulmuş, sandalyeler
dizilmişti. Basın mensupları da tripodlarını kurmuş bekliyorlardı. Önce sarhoş
gibi etrafta dolandım, sonra habercilerle biraz sohbet ettim. CNN Türk bir
kadın muhabir göndermişti. Ablayı tanıyordum, vaktinde beraber de çalışmıştık.
Futboldan hiç anlamazdı. Bir süre sohbet ettik, sonra yanıma alanda görevli
başka bir abla geldi. Beni önce süzdü ardından soru yağmuruna tuttu. Hangi
kanal, ben niye hiç duymadım, fotoğraf makinen neden küçük, çektiğin
fotoğrafları ne yapacaksın, yanında kartın var mı? Hepsine mantıklı cevaplar
verince ikna olup (ya da olmuş gibi yapıp) yanımdan uzaklaştı. Tam ‘içeride
yerimi garantiledim’ derken o izbandut kılıklı herif yeniden çıkageldi. “Basın
mensubu arkadaşlar, konuklar birazdan burada olacak, görüntü aldıysanız artık
çıkın” Hırbo herif meğer diğer kanalları kendi inisiyatifiyle içeri almış, üç
buçuk atmaya başlayınca da herkesi dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Anlaşmalı
kanallar dışında diğerleri çıktı. ‘Ulan ben napacam şimdi’ diye düşünürken, bir
anda onu gördüm. Tonton teyze arkadaşlarıyla içeri girdi. Allah Allaahhh!
nidalarıyla hemen yanına gittim. Sen nerden çıktın be kadın?
-
Aa sen de mi buradaydın? Ne yaptın işini
hallettin mi?
-
Evet efendim sayılır. Ama bir sorunum var
görevli bizi dışarı çıkarmaya çalışıyor. Ona benim de sizin dernekten olduğumu
söyler misiniz?
-
Aa ama nasıl olur? İsim listesi verildi buraya.
-
Bakın burada durmam şart. Ne olursa olsun onun
fotoğrafını çekmem lazım. Lütfen sizinle beraber olduğumu söyleyin.
Derken izbandut yanımda belirdi. ‘Bir an önce dışarı haydi’
diye bağırırken Tonton teyze söze girdi.
-
O bizimle beraber, burada kalacak.
-
Tamam efendim.
İşte o an hat-trick yapmış kadar sevinmiştim. Artık önümde
tek bir engel kalmıştı. Fotoğraf için onu ikna etmek. İçeride bir süre daha oyalandım.
Bir anda dışarıdaki kalabalıktan sesler yükselmeye başladı. Meşaleler yandı.
Geliyordu!
******
Herkes çevresindeydi. Basın ordusu yüzünden yürüyemiyordu.
Taraftarlar ise ayrı bir izdiham yaratmıştı. Korumaları sağı solu iterek,
yolunu açıyordu. Tonton teyze bana, ‘Geldi işte niye gidip çekmiyorsun?’ diye
sordu. ‘Daha vakit var, çok kalabalık, buraya gelsin daha rahat çekerim’ dedim.
Bu sözler foto muhabiri yalanım ortaya çıkmasın diye uydurduğum bir bahaneydi
ancak tam da dediğim gibi oldu. Kucağında Felipe ile kalabalığı yararak önüme
kadar geldi. Fotoğraf makinemi çıkarıp çekmeye başladım. Çevresindeki
görevliler beni engellemeye çalışıyordu. İyice kargaşa çıktı. ‘Yaw ben nasıl fotoğraf çektireceğim’ diye
düşündüm. Adrenalin had safhadaydı.
******
Hayatımda en şanslı olduğum günlerden bir tanesiydi. Tavlada
pul toplarken art arda üç kez çift atmak gibi bir şey oldu benimki. Yoksa
Tonton teyze onun yanına gitmez, kırk yıllık dostuymuş gibi sarılıp ispanyolca
sohbet etmez, o da Felipe’yi annesine götürmeleri için görevlilere talimat
verip, yanından göndermezdi. Tüm bunlar önümde birkaç saniyede yaşandı. İşte
dedim bundan daha güzel fırsat olamaz. (Johnson gerildi, Johnson geliyor,
Johnson’ın vuruşu ve goool) Yanlarına
gidip poz vermelerini söyledim. Tonton teyze hemen kolunu uzattı ve sırıtarak
poz verdiler. Fotoğraflarını çektiğim anda zat-ı şahaneleri uzaklaşmaya
başladı. Hemen öne atılıp makineyi Tonton teyzeye verdim ve direkt onun koluna
girdim. Bir an için beni terslemesinden korktum ama onun yüreği öyle büyüktü ki
bana önce sarıldı ardından yanımda gülümseyerek poz verdi. Heyecandan
geberirken, az kalsın son dakika golü yiyordum. Tonton teyzenin sözleri o an
ana avrat küfür gibi geldi bana. “Evladım nasıl çekeceğim olmuyor bu,
çekemiyorum.”
Üç saniye içinde gösterdiğim refleks o an bana bir asır gibi
geldi. Makineyi aldım, düzelttim, deklanşörü gösterdim ve hemen onun yanına
geçtim. Koruma tam bize doğru atılırken Tonton teyze deklanşöre bastı,
garantiye almak için “bir tane daha” dedim. Bir daha bastı ve FLAŞŞ!!!
Hayalim böylece gerçekleşti. Türkiye’nin ve Fenerbahçe’nin
gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu, efsanem dediğim adamla bir fotoğrafım vardı
artık. Her ne kadar üzerime yürüyen korumanın eli de kadraja girse de, on
numara beş yıldız bir fotoğraf ortaya çıkmıştı. Artık ölsem de gam yemem.
******
“Çok zor, inanılmaz
zor. Şimdi çocuklar çok korktu. Benim için çok zor. Her şey için çok teşekkür
ederim” Alex DE SOUZA – 1 Ekim 2012
Ağzından çıkan her kelime mermi gibiydi. Onun gözleri
doluydu, benimki ise yaşlı… Ardından tek bir fotoğraf kaldı. Torunlarıma
anısını gururla anlatacağım bir fotoğraf…
Onur Aksoy
Onur Aksoy
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)