23 Ocak 2014 Perşembe

Gece Yine Bekleriz!!



Dehşet dolu gözlerle etrafı süzünce anladı. Sığınmak büyük bir bilinmezlik… Ne bir kaçış ne de çare… İçinde az miktar güvensizlik barındırıyor. Sığındığın yeri ya da kişiyi kestiremezsin. Hele cehennemden kaçıp gelmişsen her şey gözüne batar. Kaçtığın şey ne kadar vahimse sığındığın yer o kadar güvensiz oluyor. Ama onlar için durum farklıydı. Hayatlarını esir alan sistemin zebanilerine karşı savaşmak onları çok yormuştu. İki şeye ihtiyaçları vardı; Su ve temiz hava… Bunları karşılayan her yer onlar için sığınılacak bir limandı.

Gecenin karanlığında kendilerini zor atmışlardı içeri. Aslında atamamışlardı, her kapı gibi orası da kendilerine kapalıydı. Öyle çaresizlerdi ki ısrar, baskı ve tehdit sonucu anca içeri girebildiler. Salona alındılar, görevliler su ve yiyecek getirdi. Oysa tek istekleri nefes alabilmekti ve neyse ki saatler sonra derin nefes almaya başladılar. Kaç gündür eve gitmediklerini kendileri bile unutmuştu. Korku, endişe, panik onları herkese düşman yaptı. Kimseye güvenmiyorlardı artık, hiç kimseye. Görevlilerin bakışı yüreklerini yakıyordu. ‘Zaten işimiz başımızdan aşkın bir de sizlerle uğraşıyoruz, gidin evinize, huzur verin biraz’ der gibiydi her halleri. Gerçi işin aslı öyle değildi ama onlar öyle hissediyorlardı.






Kapıdan girdiği anda ortamın kokusunu içine çekmeye başladı. Parfüm kokusuna hasret kaldığını hissetti o an. Savaştan dönen kralın saraya girmesi gibi bir şeydi onunki de. Tek fark savaş hala devam ediyor, sonunu ise kestiremiyordu. Loş ışık, deri koltuklar, şık biblolar, takım elbiseli görevliler ve klasik müzik… Hayır, böylesi değişim çok fazlaydı. Duvarın diğer tarafında nefes dahi alamıyorken üstelik… Görevlinin gösterdiği yoldan salona girdi. Hala öksürüyordu. Masanın üstündeki su şişelerinden birini aldı, kana kana içti. Koca salonda oturacak yer bulamıyordu. Kolay değil, yerde uzanan yüzlerce kişi vardı. Umutsuz ve yorgun bakışların arasında kalmıştı. Öyle korkmuş ki herkes, kimileri hala maskeleri ağzında tutuyordu. Uyurken dahi… Hemen üst katlarındaki lüks odalarda onlara çok uzak bambaşka hayatlar vardı oysa. ‘Çok garip’ diye düşündü. Derken salonun köşesindeki bir piyano ilişti gözüne. Ve piyanonun üstünde yatan iki sevgili… Sanki kıyamet kopsa birbirilerinden ayrılmayacaklardı. İkisinin de üstü toz içindeydi. Maskeleri yüzünde, gözlükleri başında, sırt çantaları omzundaydı. Aslında içeride yatan herkes o iki sevgili gibiydi. Marjinallerdi. Derin uykudaydı çoğu. Kağıt oynayan bir grup genç ise sessizlik yemini etmişti sanki. Hemen yanlarındaki kız kitap okuyordu.

Etrafı süzerek odadaki ilerleyişini sürdürdü. Boş bulduğu bir kirişe sırtını yaslayarak oturdu. Odanın en köşesindeki bir çocuğun koluna pansuman yapan, baştan aşağı siyah giyinmiş o kızı gördü. İçerideki herkese bakıyordu ama onu gerçekten gördü. Gözleri öylesine daldı ki, hayat birkaç dakika simsiyahtı onun için. Dalgınlığı yanına gelen başka bir kızın omzunu dürtmesiyle son buldu. Simit uzattı sert bakışlarla. İkram değildi onunki, bir emirdi. “Güçlü kalmak için bunu yiyeceksin” bakışıydı. İçeride bulunduğu her saniye şaşkınlığı daha da artıyordu. Orası cennet olamazdı, yoksa cenneti az mı tarif etmişlerdi şu zamana kadar!

Yaşadıkları onu bambaşka bir insana çevirmişti. Artık sadece bakmıyordu, gözleri okuyabiliyordu da. Salonda yatanları da tek tek okudu. O gözler ki derinlerde çok şey saklıyordu. Yanı başında not defterini karalayan genç hariç… Kalemi defteri yere bırakıp tuvalete gittiğinde eli fütursuzca çocuğun defterine gitti. Bir an tereddüt etti ama yine de defterdeki o bıçak gibi cümleyi okudu. “Neden kimse bizi sevmiyor?” O an içi bir kez daha yandı. Önündeki güruhun ruh halini yansıtan daha iyi bir cümle olamazdı. Sevilmiyorlardı, düşman gibi görülüyor, tepki çekiyorlardı. Kendini onların yerine koydu ve defteri bırakıp, önünden geçen görevlilere içinden haykırdı. “Biz de sizi sevmiyoruz.”

******

Sigara içmek için dışarı çıktığında ortamın biraz daha sakinleştiğini gördü. Saat 9’a geliyordu. Gaz bulutu dağılmıştı. Sabah ayazı yerini kavurucu yaz sıcağına bırakmıştı. İçeride ise sıcaklık hep aynıydı. Görevliler ise bambaşka bir hareketliliğin içindeydi. Kapının önüne gelen turistleri ağırlıyor, onlara yol gösteriyorlardı. Çalışanlar lobideki deri koltuklarda oturan misafirlere ikram üstüne ikramda bulunuyordu. Hizmette sınır tanınmıyordu. Son günlerde yaşanan kaos herkesin dilindeydi. Yan salonda yerde yatanları kimsenin görmemesi için otelde adeta seferberlik ilan edilmişti. Tekrar içeri girdi. Salondakiler görevlinin çevresini sarmıştı. Ne olup bittiğini bir an anlamadı.

Orta yaşlı, yuvarlak suratlı görevlinin bakışları hiç hayra alamet değildi. Artık vakit gelmiş, dinlenme bitmişti, herkesi dışarı çıkarma vaktiydi. Hani “Yapacak bir şey yok ben de emir kuluyum” ve muadili cümleler vardır ya… Böylece hem suç başkasına atılır, hem kolaylıkla işin içinden çıkılır. İşte ona benzer şeyler söyledi görevli. “Saat 9 oldu, müşteriler geldi, biz de mesaiye başlıyoruz, kusura bakmayın çıkmanız gerekiyor. Yapacak bir şey yok” O bunları söylerken kalabalık yorgun ve çaresiz çıkış kapısına doğru yöneldi. Sığındıkları son yer de onları kapı dışarı etmişti. Bundan sonra ne yapacaklardı, gece, sonraki gece, bir sonraki gece, zebanilerden kaçarken nereye sığınacaklardı? Onlar için umut tükenmişti.

*****

O da görevlinin yanında çantasını ve malzemelerini topluyordu. Bir anda kopan alkış tufanıyla neye uğradığını şaşırdı. Kafasını eğip kaldırmasıyla çaresiz insanlar gitti, yerlerine umut dolu gözler gelmişti. Meğer yalnız değillermiş, meğer dışarıya hissettirmeseler de içten içe onlara arka çıkan birileri varmış. Sloganlara mırıldanarak, yüzlerdeki gülümsemeye ise kahkahalarıyla eşlik etti. Görevlinin ağzından samimiyetle çıkan tek cümle oradakilerin hayatını bahara çevirmeye yetmişti çünkü. Umutlarını arttıran, mücadelelerinde yalnız olmadıklarını gösteren o cümle…



Ha bu arada gençler, gece yine bekleriz, yalnız bırakmayın bizi. Anladınız siz”
 


 

Onur Aksoy.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder