Dehşet dolu gözlerle etrafı süzünce
anladı. Sığınmak büyük bir bilinmezlik… Ne bir kaçış ne de
çare… İçinde az miktar güvensizlik barındırıyor. Sığındığın
yeri ya da kişiyi kestiremezsin. Hele cehennemden kaçıp gelmişsen
her şey gözüne batar. Kaçtığın şey ne kadar vahimse
sığındığın yer o kadar güvensiz oluyor. Ama onlar için durum
farklıydı. Hayatlarını esir alan sistemin zebanilerine karşı
savaşmak onları çok yormuştu. İki şeye ihtiyaçları vardı; Su
ve temiz hava… Bunları karşılayan her yer onlar için
sığınılacak bir limandı.
Gecenin karanlığında kendilerini zor
atmışlardı içeri. Aslında atamamışlardı, her kapı gibi orası
da kendilerine kapalıydı. Öyle çaresizlerdi ki ısrar, baskı ve
tehdit sonucu anca içeri girebildiler. Salona alındılar,
görevliler su ve yiyecek getirdi. Oysa tek istekleri nefes
alabilmekti ve neyse ki saatler sonra derin nefes almaya başladılar.
Kaç gündür eve gitmediklerini kendileri bile unutmuştu. Korku,
endişe, panik onları herkese düşman yaptı. Kimseye
güvenmiyorlardı artık, hiç kimseye. Görevlilerin bakışı
yüreklerini yakıyordu. ‘Zaten işimiz başımızdan aşkın bir
de sizlerle uğraşıyoruz, gidin evinize, huzur verin biraz’ der
gibiydi her halleri. Gerçi işin aslı öyle değildi ama onlar öyle
hissediyorlardı.
Kapıdan girdiği anda ortamın
kokusunu içine çekmeye başladı. Parfüm kokusuna hasret kaldığını
hissetti o an. Savaştan dönen kralın saraya girmesi gibi bir şeydi
onunki de. Tek fark savaş hala devam ediyor, sonunu ise
kestiremiyordu. Loş ışık, deri koltuklar, şık biblolar, takım
elbiseli görevliler ve klasik müzik… Hayır, böylesi değişim
çok fazlaydı. Duvarın diğer tarafında nefes dahi alamıyorken
üstelik… Görevlinin gösterdiği yoldan salona girdi. Hala
öksürüyordu. Masanın üstündeki su şişelerinden birini aldı,
kana kana içti. Koca salonda oturacak yer bulamıyordu. Kolay değil,
yerde uzanan yüzlerce kişi vardı. Umutsuz ve yorgun bakışların
arasında kalmıştı. Öyle korkmuş ki herkes, kimileri hala
maskeleri ağzında tutuyordu. Uyurken dahi… Hemen üst
katlarındaki lüks odalarda onlara çok uzak bambaşka hayatlar
vardı oysa. ‘Çok garip’ diye düşündü. Derken salonun
köşesindeki bir piyano ilişti gözüne. Ve piyanonun üstünde
yatan iki sevgili… Sanki kıyamet kopsa birbirilerinden
ayrılmayacaklardı. İkisinin de üstü toz içindeydi. Maskeleri
yüzünde, gözlükleri başında, sırt çantaları omzundaydı.
Aslında içeride yatan herkes o iki sevgili gibiydi. Marjinallerdi.
Derin uykudaydı çoğu. Kağıt oynayan bir grup genç ise sessizlik
yemini etmişti sanki. Hemen yanlarındaki kız kitap okuyordu.
Etrafı süzerek odadaki ilerleyişini
sürdürdü. Boş bulduğu bir kirişe sırtını yaslayarak oturdu.
Odanın en köşesindeki bir çocuğun koluna pansuman yapan, baştan
aşağı siyah giyinmiş o kızı gördü. İçerideki herkese
bakıyordu ama onu gerçekten gördü. Gözleri öylesine daldı ki,
hayat birkaç dakika simsiyahtı onun için. Dalgınlığı yanına
gelen başka bir kızın omzunu dürtmesiyle son buldu. Simit uzattı
sert bakışlarla. İkram değildi onunki, bir emirdi. “Güçlü
kalmak için bunu yiyeceksin” bakışıydı. İçeride bulunduğu
her saniye şaşkınlığı daha da artıyordu. Orası cennet
olamazdı, yoksa cenneti az mı tarif etmişlerdi şu zamana kadar!
Yaşadıkları onu bambaşka bir insana
çevirmişti. Artık sadece bakmıyordu, gözleri okuyabiliyordu da.
Salonda yatanları da tek tek okudu. O gözler ki derinlerde çok şey
saklıyordu. Yanı başında not defterini karalayan genç hariç…
Kalemi defteri yere bırakıp tuvalete gittiğinde eli fütursuzca
çocuğun defterine gitti. Bir an tereddüt etti ama yine de
defterdeki o bıçak gibi cümleyi okudu. “Neden kimse bizi
sevmiyor?” O an içi bir kez daha yandı. Önündeki güruhun
ruh halini yansıtan daha iyi bir cümle olamazdı. Sevilmiyorlardı,
düşman gibi görülüyor, tepki çekiyorlardı. Kendini onların
yerine koydu ve defteri bırakıp, önünden geçen görevlilere
içinden haykırdı. “Biz de sizi sevmiyoruz.”
******
Sigara içmek için dışarı
çıktığında ortamın biraz daha sakinleştiğini gördü. Saat
9’a geliyordu. Gaz bulutu dağılmıştı. Sabah ayazı yerini
kavurucu yaz sıcağına bırakmıştı. İçeride ise sıcaklık hep
aynıydı. Görevliler ise bambaşka bir hareketliliğin içindeydi.
Kapının önüne gelen turistleri ağırlıyor, onlara yol
gösteriyorlardı. Çalışanlar lobideki deri koltuklarda oturan
misafirlere ikram üstüne ikramda bulunuyordu. Hizmette sınır
tanınmıyordu. Son günlerde yaşanan kaos herkesin dilindeydi. Yan
salonda yerde yatanları kimsenin görmemesi için otelde adeta
seferberlik ilan edilmişti. Tekrar içeri girdi. Salondakiler
görevlinin çevresini sarmıştı. Ne olup bittiğini bir an
anlamadı.
Orta yaşlı, yuvarlak suratlı
görevlinin bakışları hiç hayra alamet değildi. Artık vakit
gelmiş, dinlenme bitmişti, herkesi dışarı çıkarma vaktiydi.
Hani “Yapacak bir şey yok ben de emir kuluyum” ve muadili
cümleler vardır ya… Böylece hem suç başkasına atılır, hem
kolaylıkla işin içinden çıkılır. İşte ona benzer şeyler
söyledi görevli. “Saat 9 oldu, müşteriler geldi, biz de
mesaiye başlıyoruz, kusura bakmayın çıkmanız gerekiyor. Yapacak
bir şey yok” O bunları söylerken kalabalık yorgun ve
çaresiz çıkış kapısına doğru yöneldi. Sığındıkları son
yer de onları kapı dışarı etmişti. Bundan sonra ne
yapacaklardı, gece, sonraki gece, bir sonraki gece, zebanilerden
kaçarken nereye sığınacaklardı? Onlar için umut tükenmişti.
*****
O da görevlinin yanında çantasını
ve malzemelerini topluyordu. Bir anda kopan alkış tufanıyla neye
uğradığını şaşırdı. Kafasını eğip kaldırmasıyla çaresiz
insanlar gitti, yerlerine umut dolu gözler gelmişti. Meğer yalnız
değillermiş, meğer dışarıya hissettirmeseler de içten içe
onlara arka çıkan birileri varmış. Sloganlara mırıldanarak,
yüzlerdeki gülümsemeye ise kahkahalarıyla eşlik etti. Görevlinin
ağzından samimiyetle çıkan tek cümle oradakilerin hayatını
bahara çevirmeye yetmişti çünkü. Umutlarını arttıran,
mücadelelerinde yalnız olmadıklarını gösteren o cümle…
“Ha bu arada gençler, gece yine
bekleriz, yalnız bırakmayın bizi. Anladınız siz”
Onur Aksoy.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder